14. Sayı / 5. Kısım
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Prof. Dr. Zafer Yenal
Devlet toplumla beraber
kendini yok ediyor
Röportaj: Atıl Ünal
Tüm dünya çok farklı bir dönemden geçiyor. 20 yıl önce içinde bulunduğumuz dönem için, “tarihe geçecek bir geçiş dönemini yaşıyoruz” analizleri yapıldığında durumu tam olarak algılayamıyorduk. Şu anda ise o kadar anlık gündemin içine gömüldük ki, yapılan analizlere bak(a)mıyoruz. Biz normal olanı yapıp, çok hızlı gelişmelerle akan dünyada, toplumsal kutuplaşmadan sanal toplum öngörülerine, neler oluyor diye işin uzmanına, bir sosyoloğa soralım istedik. Detaylı ve samimi cevapları için sevgili Prof. Dr. Zafer Yenal’a çok teşekkür ederim.
Editürün Notu: Zafer hocam, yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi’nde Tiyatro Kulübü danışman hocamdı. O günlerde kulüplerin demokratik hakları konusunda, okul yönetime karşı özgürlükler adına aldığı pozisyon için teşekkür etme fırsatım olmamıştı. Şu anda okuldaki özgün durumda, aktörler değişse de, aylardır aynı özgürlükçü pozisyonu aldığı için ayrıca teşekkür ederim. (ATIL ÜNAL)
Dünyanın toplumsal olarak çok farklı bir dönem yaşadığı açık. Toplumlarda eşitsizlik ana gündem maddesi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eşitsizliğin belirleyici olduğu toplumlarda, bu tür bir ilişkisellik üzerinden yürüyen çatışma biçimlerini görmek bizi şaşırtmamalı. İnsanlık tarihine baktığımızda hep bir takım farklı görüşler arasında bir takım çekişmeler, çatışmalar olmuş. Tüm bu çekişmeler çatışmalar genellikle siyasi ve iktisadi bir eşitsizliğin dağılması ile alakalı olmuş.
Tüm dünyada öyle bir düzen kurulu ki, sürekli eşitsizlikler ortaya çıkıyor. Eşitsizlikler otaya çıktıkça, eşitsizliklerin tarafları kendini buna göre konumlandırıyor. Bir taraf A derken, bir taraf B diyor. Kendisinin varlığı, ötekinin varlığı ile ortaya çıkıyor. Karşıtlık ortaya çıkıyor. Bu karşıtlık gerçek bir farklılığa da dayanabilir, bir imajinasyon da olabilir. Söylemler üzerinden giden bir karşıtlık da olabilir yani. Genellikle ise bu ikisi birden var olur. Gerçek ve söylemsel karşıtlıklar iç içe geçmiş durumdadır. Hangisinin belirleyici olduğunu söylemek güçtür.
Kutuplaşma diye tanımladığımız şey, belirli gruplar arasındaki sosyal ve ekonomik mesafelerin giderek büyümesidir aslında. İnsanlar kendilerini farklı yerlerde konumlandırıyorlar, bunun üzerine de siyasi kültürel çatışmalar ortaya çıkıyor.
Bir kutuplaşma olduğu tespitini herkes yapıyor. Kutuplaşma geçmiş dönemlerde yaşananlarla aynı mı, yoksa bir değişime evril(e)meyen bir kutuplaşma modeli mi yarattık?
Şu an yaşanan kutuplaşma geçmişten farklı. Karşıtlıklar toplumda sıkışmalar, değişimler yaratır. Eşitsizlikler, karşıtlık doğurur, bunlar da dönüşüm getiriyor. Bugünse neredeyse hemen her iktisadi ve siyası alanda eşitsizlikler giderek büyüse de, insanların gündelik hayatına bir takım değerler üzerinden, değerlerin karşıtlığı üzerinden yansıtılıyor. Bugün Türkiye’de daha ziyade sekülerler ve muhafazakarlar üzerinden yaşanan çatışma, Amerika’da kendini Trumpçılarla Demokratlar arasında kendini gösterebiliyor. Bunun arkasında yatan, yani yüzeyin altında yatan esas çatışma ise kültürel veya ideolojik değil. Bu yüzeyde diyebileceğimiz bu tür kutuplaşmaların yada sosyal mesafelerin giderek uzamasının altında eşitsizliğin giderek büyüyen düzeylere gelmesi yatıyor.
Gelinen noktada karşıtlıklarla ilgili tartışmalar yapılıyor, ama pratikte yapılması gerekenler, günlük hayatın gereklerini kimse yapmıyor. Polemikler devam ediyor, herkes konu üzerine fikrini beyan ediyor.
Eşitsizlikten herkes şikayetçi, bütün taraflar bundan dert yanıyor, hatta o konu hakkında birbirini suçluyor ama o eşitsizlik orada durmaya, hatta daha da artmaya devam ediyor.
İnsani gelişme açısından baktığımız zaman insanlar üç şeye önem verirler. Barınma, eğitim ve sağlık. Bu üç alana baktığımızda, gruplar arasında ciddi uçurumlar oluşmuş durumda. Zenginle fakir arasındaki bu uçurum bir yanda duruyor. Bir yanda ise niteliksel olarak bir ayrım daha oluşmuş durumda; insanların gittiği hastaneler, okullar, mahalleler de birbirinden ayrılıyor. Kültürel çatışmalar ve kırılım noktaları üzerinden bir bölünmüşlük de var. Nereden baktığınıza bağlı olarak kendini gösterebilecek bir durum bu.
Zenginle yoksul arasındaki mesafe açılırken, kültürel fay hatları üzerinden bir karşıtlık da büyüyor. Yani kutuplaşma dediğimiz şeyde iki kutuptan değil, çok katmanlı parçalı bir karşıtlıktan bahsediyoruz.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, toplumlar veya sınıflar arasındaki mesafelerin azaldığı bir dönem yaşandı. Özellikle gelir eşitsizliği azaldı, yoksulluk ve ekonomik sınıflar arasındaki fark eridi. 80’lerden sonra gelişen neo-liberal dönem ise, serbest piyasa mantığının hayatın her alanına sirayet ettiği bir dönem oldu. Bunun neticesinde insanlar bir çok alanda yoksunluk yaşamaya başladı. Meselelerin hiç bir koşulda çözül(e)mediğinin görülmesi ise yaşanan yoksunluklar karşısında çaresizlik hissini, bu da beraberinde çözümlere olan güvenin azalmasını getirdi.
Önümüzdeki en büyük sorunlardan, yoksunluklardan bir tanesi aslında güven. Kurumlara güven neredeyse yok, çok çok azalmış düzeyde. İnsanlar ne üniversitelere güveniyor, ne hükümete, ne devlete, ne hastaneye, ne askere güveniyor. Belli başlı kurumlar – aslında toplumu bir arada tutan, topluma bir gelecek perspektifi sunabilecek ve o anlamda da insanlara bir güven, bir gelecek vaad edecek kurumlar – iş yapamayınca olay bir çıkmaza giriyor.
Bu çıkmazdan nemalananlar, çıkmazı bir şekilde siyasi sermayeye dönüştürenler.
Bir takım hayali düşmanları insanların önüne koyuyorlar. Sorunları o düşmanların yaptığıyla ilişkilendirip, yabancı düşmanı, ırkçı, milliyetçi/aşırı milliyetçi söylemlerle beraber insanlara başka grupları hedef gösteriyorlar. Hatta durumu aşırı bir takım gruplarla ilişkilendiriyorlar. Sonuç olarak da buradan karlı çıkıyorlar.
Sadece Türkiye’ye özel bir durum değil bu, Amerika’da Trump, Macaristan’da Urban, Brezilya’da Bolsonaro, bütün popülist totaliter rejimlerde durum budur. Hepsinin son derece popülist bir dil kullandığını görürsünüz. Popülist bir dil neyi gösteriyor hedef olarak, elitleri gösteriyor. Elitlerin bir şekilde yanyana gelebileceği farklı gruplar da bir şekilde hedef tahtasının büyük bir parçası haline geliyor. Başta bu gruplar olmak üzere toplumda ötekileştirilebilecek ne kadar grup varsa yabancılarıyla, iç etnik ötekileri ile herkes yavaş yavaş ondan nasibini almaya başlıyor. Yani toplumsal mekanizmaların işlemediği yerde, devletin sosyal ihtiyaçları donatamadığı, adil bölüşümü gerçekleştiremediği yerde, hemen son derece ırkçı, yabancı düşmanı, okumuşa karşı bir tavır kendini gösteriyor.
Her şey bize devletin yok olduğunu gösteriyor, Türkiye’de de dünyada da.
Neo-liberal politikalar ile büyüyen eşitsizlik üzerinden bir analiz yaptınız. Sonuç olarak bireyselleşme ile kurumlara olan güven mi azaldı?
Kurumlara olan güvensizlik bize devlete olan güvenin azaldığını, ama sonuç olarak devletin yok olduğunu gösteriyor. Her ne kadar daha otoriter, her ne kadar daha baskıcı olsa da, 30-40 yıl öncesine kıyasla bir çok açıdan, örneğin sosyal harcamalar açısından giderek küçülen bir devletten söz edebiliriz. Ekonomik ve sosyal düzeyde baktığımızda çok küçülmüş, nerdeyse yok olmuş bir devlet var. Bu da aynı zamanda toplumun da yok olduğunu gösteriyor
Her şey bize devletin yok olduğunu gösteriyor, Türkiye’de de dünyada da. Toplumun yok olması demek, sivil toplumun yok olması, toplumu yeniden üretecek mekanizmaların yok olması demek. Sendikaların yok olması demek. İnsanların bira araya geleceği kamusal alanların yok olması demek. Toplumu var eden, insanlar arasında toplumsallaşmayı sağlayan ve bunun üzerinden belirli bir kamusal mekanizmaların ortaya çıkmış olması. Baktığımız zaman bütün bunlar yok edilmiş durumda.
Şu anda devlet de toplum da yok olmuş durumda diyorsunuz...
Zaten liberal politikalar yıllardır toplum diye bir şey yoktur demekte. Toplumun varlığını reddetmiş durumda, açık açık. Çünkü toplumun varlığını kabul etse, sosyal politika üretmesi gerekecek, sosyal devletin gereklerini kabul etmesi, toplumsal çözümler üretmesi gerekecek.Bireyler vardır, toplum yoktur diyorlar. Tek tek bireyler var, her koyunun kendi bacağından asıldığı bir durum var. Liberallerin bakışı açısı budur. 30-40 senedir dünyaya bu bakış açısı hâkim. Toplumu reddeden, bireyleri, bireyciliği ve bireycilikle ilgili değerleri her yerde savunan bir bakış açısı bu. Bu bakış açısı ile toplulukların, farklı grupların çektiği sıkıntıyı görmek zaten çok çok zor.
Devlet tarafından bakınca, bireyselleşmenin tanımı şudur; Başaramadıysan, fakirsen bu senin sorunun. Hastaneye gidemediysen bu senin sorunun. Çalışsaydın, kafanı kullansaydın, iyi bir işe girseydin. O işinde başarılı olsaydın. Ben değilim sorumlu olan, sizsiniz, tek tek bireyler olarak siz sorumlusunuz.
Böyle dediğiniz zaman farklı bir devlet konumlanması ortaya çıkıyor. Böyle bir devlet ve toplumsal bakış, beraberinde aslında devletin de yok olması anlamına geliyor. Devlet, en azından bizim bildiğimiz devlet, toplumla birlikte var olabilecek bir yapı.
Liberal bakış açısı toplumu reddederek, aslında devleti de yok etti.
Devlete olan güven kalmadığını söylüyorsunuz, seçimler konusunda aynı durum söz konusu mu? Eskiden radikal görünen partiler merkeze kaydı tüm dünyada.
Amerika’da zamanında Demokrat Parti’ye oy verenlerin şimdi Cumhuriyetçilere oy verdiğini ya da Brexit’i destekleyenlerin, daha ziyade konservatifler olmasını beklerken, zamanında İşçi Partisi’ne oy verenlerin de aralarında olduğunu görüyoruz. Çok ciddi kayışlar var. Özellikle çalışan sınıflar açısından baktığımızda, geleneksel olarak desteklemeleri gereken, çalışan sınıfın haklarını savunacağını iddia eden ve bir şekilde yaptıklarında da bunu gösteren partilere değil – en azından belirli bir döneme kadar yaptıkları ile bunu gösteren partilere değil– artık söylem olarak bunun karşısındaki partilere, daha sağda duran partilere oy vermeye başlamışlardır. Son yirmi senedir bunu görüyoruz.
Çünkü geleneksel olarak söylem bazında çalışanın yanında duran partiler, Clinton, hatta kısmen Obama ile ve öncesindeki tüm demokrat başkanlar ile güvenlerini kaybettiler. 80’den sonra gelen neo-liberal dönemde, işte sorunlarımızı çözecek olanlar diye düşünülen başkanlardan da sonuç alınamayınca, bilakis bu başkanlar ortadaki siyasal boşluğu giderip aynı politikaları meşrulaştırarak devam ettirince, güven iyice kayboldu. Kararlar “neden olmasın” bakışıyla verilmeye başlandı.
Seçmen, güvenlerini kaybettikleri partilerine karşı, “neden olmasın” diyerek karar vermeye başladı.
Örneğin Trump’ın yükselmesinde, kaybederken bile neredeyse kazanmasında, ne kastediyorsa direkt söylemesinin, açık ve net olmasının ne kadar etkisi var sizce?
“Çin’e karşı daha sert olacağım, Meksikaya duvar çekeceğim, Amerika’yı yeniden büyük yapacağım.” Bu söylemlerin hepsi çalışan sınıfın hoşuna gidecek söylemler tabi ki. Göçmenleri ülkeye almaması, dolayısı ile iş gücünü daha beyazlaştırması gibi bir hamle tabi ki karşılık buluyor. Sadece söylemsel de değil, finansal pratik bazı aksiyonlar da yapınca, daha da hoşa gidiyor doğal olarak.
Reel gündeme dair söylem ve pratik üretenler kazanıyor. Türkiye’de de benzer bir durum var. Ortada hala üzerine gidilmeyen kararsız büyük bir kesim var. “O tarafa mı oy versem, bu tarafa mı versem” diyen %10’a yaklaşan, bazı anketlerde %30’larla iktidar olan bir kesim var. Yüksek siyasete olan güvenin ne kadar azaldığını bir kez daha göz önüne seriyor. O ya da bu partiye değil, toptan sisteme olan bir güvensizliği yansıtıyor. Vahim olan da bu. Dolayısı ile herkesin takkeyi önüne koyup düşünmesi lazım. Çünkü Allah korusun bu tarz bir güvensizliğin gideceği yer çok başka yerler olur.
Bazı anketlerde %30’larla iktidar olan bir kesim var. Bu, o ya da bu partiye değil, toptan sisteme olan bir güvensizliği yansıtıyor. Vahim olan da bu.
Kültürel meselelerle gündelik hayata dair temel meseleleri birbirinden ayırmak ve kültürel farkları görmezden gelerek pratik bir şeyler yapmak muhalefetin tek çıkışı. Benim görebildiğim en önemli mesele bu.
Türkiye’deki kararsız seçmen kitlesinden ve bu kitlenin siyasete olan güvensizliğinden bahsettiniz. Peki bu kesimin güveni nasıl tekrar sağlanır?
Eşitsizliğin Türkiye’de kendini gösteren bir çok tarafı var. Enflasyon, hayat pahalılığı, Covid’le beraber iyice belirginleşen bir uçurum. Makro ekonomik sosyal sorunlar herkesi ilgilendiriyor. Dolayısı ile sizin neyi konuştuğunuz çok önemli hale geliyor. Şu an toplumsal olarak ortaya çıkan durumda, bu sorunlara dair konuşmak çok önemli. Bu sorunları konuşurken ne kadar dışlayıcı bir söylem kullanılırsa, o kadar karşı tarafın eline koz veriyorsunuz. İktidar için de muhalefet için de geçerli bu. Bugüne kadar düşman yaratarak karşıtlıktan nemalananlar, bir kesimi sistemin dışında itmiş oldu.
Dolayısı ile dışlayıcı söylemlerle hedef göstermek yerine gerçek sorunlarla ilgilenmek, gerçek sorunlarla ilgili çözümleri konuşmak, artık sebepleri değil, çözümleri konuşmak daha anlamlı. Siyasetçilerin ellerindeki en önemli işlerden bir tanesi bu. Muhalefet açısından siyasi olarak maliyetli göründüğü için kolay kolay ele alınan şeyler değil bunlar. O partiyle yan yana gelmeyip dışlamanın siyasi maliyetine bakılarak bu başarılamaz. Bu şekilde kaçak güreşerek samimi bir güven verme anlamında mesafe kat etmek çok çok zor.
Peki var olan bagajları ile beraber, siyasi partilerin bu konuda samimi güven verme şansı var mı? İnandırıcılıkları var mı?
Bilemiyorum. O kadar kestiremiyorum. Ama bana kalırsa samimi ve tutarlı bir dil beraberinde yine tutarlı bir siyasi tabanı da beraberinde getirecektir. Muhalefetin artık bugün başka bir şey söylemesi lazım. Samimi ve tutarlı bir şekilde söylendiği takdirde, bu yapılabilir. Bagajlarına rağmen bunun yapılabileceği sosyolojik ortam bence mevcut. Sadece ekonomik olarak değil, birçok farklı konuda da samimi söylemleri destekleyecek bir topluluk var. Yeni nesil çok farklı bir noktada, birçoğu o siyasi bagajı zaten bilmiyor. Daha önce nelerin konuşulduğunu bilmiyor, o kadar hafızası yok. En azından seçmenin bu kesimini ikna edecek ama bir yandan diğer bölümünü de kapsayacak bir dil oluşturmak o kadar da zor değil. Yeter ki cesur olabilelim.
Samimi ve tutarlı bir dil beraberinde yine tutarlı bir siyasi tabanı da beraberinde getirecektir.
Kapalı kapılar ardında bile bunlar yapılmıyorsa da, zaten vay halimize!
Cesur olmaktan kastınız nedir?
Muhtemelen kapalı kapılar ardından yaşanan şeyler. Bakın mesela Mithat Sancar ile Meral Akşener veya Kılıçdaroğlu, bunlar muhtemelen birbirleri ile hep konuşan, kendileri konuşmuyorsa da kurmaylarının konuştuğu isimler. Gündelik siyasete ayar vermek açısından farklı çıkışlar yapsalar da birbirleriyle diyalog halinde olan insanlar. Benim söylediğim bunu kapılar ardından yapmaktansa, neyse bu insanları bir araya getiren o temelde – bunun artık ortak bir karşıtlıktan başka bir şey olması gerekiyor – çözümleri açıkça konuşmak. Artık bir sistem değişikliği yapmak, başka bir sisteme geçmek değil de, “nereye gidiyor Türkiye, biz nasıl bir gelecek istiyoruz” gibi planlamalar yapıyor olmalılar bu partiler. Yapıyorlardır diye umuyorum.
Sadece sistem değişikliğine endeksli bir tartışma sonuç vermeyecektir çünkü. Böyle olmadığını umuyorum. Umuyorum diyorum, çünkü bilmiyoruz. Cesur olmak lazım dediğim nokta da bu aslında. Bu yapılırsa, ortaya çıkan söylemin etki yaratacağı sosyolojik ortam mevcut. Kapalı kapılar ardında bile bunlar yapılmıyorsa da, zaten vay halimize!
Bir Z kuşağı güzellemesidir gidiyor. Aydınlanmacı bir bakış açısı ile mi yaklaşılıyor, Z kuşağı gerçekten her anlamda bizlerden bir adım önde mi? Ya da bir kesimin bahsettiği gibi elitist ve tembel mi?
Kuşak kavramına ben genelde daha mesafeli yaklaşırım. Özellikle son dönemde pazarlama dilinin bir çok söylem üretmesi ile beraber, biraz fazla abartılmış bir kavramsallaştırma olduğunu düşünüyorum. Özellikle pazarlamacıların, biraz da sermayenin tanımladığı bir kavram.
Örneğin bahsi geçen Z kuşağı gözlemlerinin bir kısmı İstanbul’da özel okullara gitmiş olanlar üzerinden yapılıyor. Bahsedilen Z kuşağı grupları beyaz yakalı, onların refleksine sahip, bir takım ayrıcalıkların dünyasında yaşamış, dolayısıyla da çalışma konusunda kendi kuralları olan, olabilen isimler. Anne babalarının onları büyütürken bu lüksü onlara sunmuş olmalarının getirdiği bir alışkanlık da var. İşyerindeki otoriteden de aynısını bekliyor, bekleyebiliyor.
Ama belki de bambaşka bir Z kuşağı daha var. Hatta çok daha kalabalıktır onlar muhtemelen.
Ama belki de bambaşka bir Z kuşağı daha var. Hatta çok daha kalabalıktır onlar muhtemelen. Sosyal medyada veya hayatın içinde, hakikaten bu diğer yaş gruplarından çok farklı olabilirler. Sosyal anlamda farklı olabilirler. Ama bir yandan da çalışma konusunda, biraz da zaruretten çok daha fazla emekçi olabilirler, düzene çok kolay uyum sağlayabilirler. Bahsedildiği gibi aykırı olmayı bırak, tamamen tamahkar olabilirler. Çok daha verici, fedakar, aktif olabilirler. Doğduğu yıla göre, ilişkileri yo sayarak bunu kestirmek çok anlamlı ve doğru gelmiyor. Teknolojinin değişmesi ile o dönemde yaşayan – doğum tarihi ne olursa olsun – insanların değişimini tanımlayabilir ancak. Birçok başka değişken var çünkü.
Yaşa bağlı kuşakların sosyolojik anlamda bir manası olabilmesi için o kuşakların birbirleri ile ilişkilerinin incelenmesi gerekir. Birbirinden soyutlanmış kuşaklar, aralarındaki ilişkiler olmadan hiç bir anlam ifade etmezler.
Z kuşağı tek başına hiçbir şeydir. X kuşağı veya Y kuşağı ile kurduğu ilişki ile var olur. Z kuşağı okulda arkadaşı ile kurduğu ilişkide değil öğretmeni ile kurduğu ilişkide veya evde annesi babası ile kurduğu ilişkide farkını ortaya koyuyor. Kendi başlarına farklı ve özerk ve aynı zamanda homojen bir tanımlama çok da doğru değil.
Pazarlamacıların kullandığı segmentler vardır, SES (Sosyo Ekonomik Statü) grup analizleri. Bunlarda segmente bir yapı vardır. Bunların arasında bir ilişki yoktur. Yani A grubu bir tuğladır, B grubu bir tuğladır, C, D. Hepsi üst üste piramidi, ekosistemi oluşturur. Bizim sosyolojideki tanımlamalarda ise temelde ilişkiler vardır, tuğlalar şeklinde olmaz. Bu kuşak meselesinde de aynı şekilde tuğla mantığı var. Aynı SES gruplarındaki gibi tanımlıyorlar. Z Kuşağı kendi kendine yaşayan bir kuşak olamaz. İlişkisellikle beraber bir takım toplumsal sosyolojik çıkarımları yapabilmeliyiz. Halbuki biz ne yapıyoruz, şu dönemde doğduğu için böyledir. Bu son derece statik bir analiz.
Sermayeyi emek olmadan anlamak mümkün değil, emeği sermaye olmadan anlamak da. Kadını erkek olmadan anlamak mümkün mü, erkeği kadın olmadan, Türk’ü Kürt olmadan, Kürt’ü Türk olmadan. Bunların hepsi birbirini tamamlayan kavramlar.
Biz Z kuşağı diye bir şey tanımlıyoruz ve nedir bu Z kuşağı diyoruz, “Z Kuşağı tek başına hiç bir şeydir?”
Metaverse kavramından bahsedelim mi biraz. Sanal bir dünya tarif ediliyor. İnternetin icadı gibi bir etkiden bahsediliyor. Vaat ettiği şey, sanal yeni bir alem. Buraya içerik üreteceklerin emeğini düşününce, oradaki sanal alemi var edecek insanların o sanal alemde yaşayacak çok da bir vakti olmayacak gibi görünüyor. Ya da tarım, yiyecek, lojistik gibi alanlarda çalışacakların da. Bu durumda Metaverse çok az bir kişiye hizmet edecek yığınlar mı vaad ediyor? Toplumsal olarak vaad ettiği nedir?
Sadece Metaverse deneyimleyecek değil, yaratacak insanlar da çok dar bir kesimden ortaya çıkacak. Mesela sizin gibi ajans dünyasında çalışanlar, şu anın dijital içerik üreticileri de çok küçük bir kesim değil mi? Metaverse’de de farklı olmayacak.
Otobüs şoförü, kurye, çöpçü, hatta çiftçi gibi kesimler toplumun büyük bir kesimi oluştursa da, bahsedilen gelecekte bir yerleri yok. Sağlık, eğitim gibi hizmet verenlerin hatta.
Bu tür yaşamsal işlerin yeterince hakkı verilmiyor. Bugün de verilmiyor, vaad edilen dünyada verilmeyecek. Tasarımcılar, yazılımcılar, nerd bilgisayar uzmanlarının da çok az ve elit bir kısmına bir iş vaad ediyor. Böyle bir dünya aslında aynı gerçek dünya gibi. Her ne kadar insanların istedikleri gibi var olabilecekleri bir dünya olsa da, realitede çok güzel bir dünya olmayacak. Var olan sorunlar orada da devam edecek.
Bugünkü dünyayı kontrol edenler, Zuckerbeg, Musk bize ne kattı ki, vaad ettikleri gelecek bize bir umut versin. Dünyada yaratılan eşitsizliklere dair bir çözüm oluşturmadan, daha güzel bir dünya yaratmak mümkün değil. Aynı sorunlar devam ettikçe, vaatler popülist fütürist söylemlerden öteye geçmiyor. Bunlar temel sosyolojik sorunları dışlayan yaklaşımlar. Kendi krizlerinin üstünü örtmeye kadar birçok sebebi olabilir, ama kesinlikle yeni bir şey önermiyorlar.
Son sorumuzu soralım, Zafer Yenal’ın “Anlık Gündemi” nedir?
Son 9-10 yılda, giderek kararan bir Türkiye’de, giderek siyasetin ağırlığı altında ezilen bir ülkede, en önemli şeylerden bir tanesi, geleceğe dair umudu canlı tutmak. Geleceğe dair bir potansiyeli diri tutmak. Olabildiğince, bazen mümkün olmayabilir ama olabildiğince, bir özgürlük alanı yaratmak. Kitaplarla olur, kendi kendimize yazdığımız bir takım şeylerle olur, öykülerle olur, romanlarla olur, arkadaşlarınızla ortak yapacağınız etkinliklerle olur, filmlerle olur. Sadece üretmek değil, edebiyatı sanatı tüketerek, sosyalleşerek, sizi buradan alıp geleceğe dair düşünce üretebilecek her fırsatı kullanarak. Hayal kurdurabilecek, bugün için de kendinizi mutlu hissedebileceğiniz, hayatınıza ve başkalarına faydalı olabileceğiniz durumlar yaratmaya gayret edebilirsiniz.
Böyle işler yapabilmek bana çok önemli geliyor. Öbür türlüsü dünyaya teslim oluyorsun ve dünya şu anda karanlığın içinde. Kaygı ve korkunun içinde. İnsandaki yaşam enerjisini çeken şeyler bunlar. Bunlara izin vermemenin yolunu bulmak önemli.
Yaşam enerjisinin sonuna gelmeden, geleceğe dair düşünceleri yaşatmak önemli. Beni harekete geçirecek şeyleri keşfetmek benim anlık gündemim.
KİMDİR
Prof. Dr. Zafer Yenal 1968 yılında Ankara’da dünyaya geldi. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da tamamladı. Ankara Fen Lisesi’nden 1985 yılında mezun oldu. Sonrasında üniversite eğitimini 1989 yılında Ankara’da ODTÜ’de Ekonomi bölümünde tamamladı. 2000 yılında ise Binghamton Üniversitesinde doktorasını tamamladı. 2000 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak dersler veriyor. Çalışma alanları arasında tarım ve kır sosyolojisi, yemek kültürü çalışmaları ve tarihsel sosyoloji bulunmaktadır.