17.Sayı / 3.Kısım
FUNDAMENTALİZM NE DEMEK?
NİÇİN BATI’YI TAKLİT ETMEMELİYİZ!
Murat Ülker yazdı.
DOGMALAR ÇOK GÖRÜŞLÜ OLABİLİR Mİ?
TOLERANS (HOŞGÖRÜ) MÜMKÜN MÜ?
Yazan: Murat Ülker
Bu yazıda Thomas Bauer’in Dünyanın Tekdüzeleşmesi Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine (1) isimli kitabı ve yine aynı yazarın Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı bir İslam Tarihi (2) isimli kitabını ele alacağım. Bir de farklı bir şey yapıp önce Müphemlik Kültürü ve İslâm kitabını ele alan bir röportaj, bir de eleştiri yazısını özetleyip, bakış açımı aktaracağım.
Dini metinlerdeki çok anlamlılığı da kapsayan bir müphemlik hoşgörüsünün beraberinde getireceği imkanları tartışan Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü kitabı Doğu ve İslam üzerine çalışan çevrelerde ilgiyle karşılandı.
“Müphemlik hoşgörüsü” ve “müphemlik kültürü” mefhumu bana sevimli geldi. İslam Dini bahsinden ayrı, öncelikle dünyayı yorumlamanın, tarihe bakmanın bir yordamı olarak ufuk açıcı. Müslümanları Batı’yı model almaktan men eden Bauer bu bağlamda tarihsel ve modern gerçekliğe dair pek çok gerekçe sıralıyor.
Mesela, Batı’dan alınan bir kavram olan Fundamentalizm, Türkçeye “köktendincilik” diye çevrildi. Oysa, düz çevirisi “temelcilik” veya “temelselcilik” olurdu; “kurucu ilkelere, ilk kaynaklara dayanma yanlısı olmak”tır anlamı.
Dini metinlerdeki çok anlamlılığı da kapsayan bir müphemlik hoşgörüsünün beraberinde getireceği imkanları tartışan Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü kitabı Doğu ve İslam üzerine çalışan çevrelerde ilgiyle karşılandı. Özellikle Aydınlanma döneminde başlayan ve günümüze kadar giderek güçlenen bir şekilde gelen kesinlik, gücünü sadece akademilerde ve bilim çevrelerinde değil, gündelik hayatta da tahkim etmiş görünüyor. Hayatımıza hakim olan bu eğilim, daima kesinliği öğütlemiş ve müphemliğin avantajını göz ardı etmiş durumda. Oysa Bauer bu çalışmasında, kesinliğin aslında hiç de öyle zannedildiği gibi bir avantaj olmadığını, bizleri müphemliğin getirdiği hoşgörüden mahrum bıraktığını kanıtlamaya çalışıyor
“Müphemlik hoşgörüsü” kavramı ve “müphemlik kültürü” mefhumu bana sevimli geldi. İslam Dini bahsinden ayrı, öncelikle dünyayı yorumlamanın, tarihe bakmanın bir yordamı olarak ufuk açıcı geldi. Bauer’in bunu İslamiyet tarihini okumanın bir merceği olarak kullanması da etkileyici olmuş. (Bu arada müphemlik sözcüğünün yerine çok görüşlülük, geniş görüşlülük sözcüklerinin anlatılan kavrama daha doğru bir karşılık ve tercüme olduğunu düşünüyorum.)
Geçmiş dönemlerde yaşayan Klasik İslam alimleri Kur’an’daki ayetlerin birçok farklı şekilde yorumlanabilmesi ve farklı doğruları bünyesinde barındırabilmesi ile iftihar etmişlerdir. Günümüzde ise Allah’ın söylemlerinin sadece tek bir anlama gelebileceğini savunup ve bu tek “doğru”yu aramaktadırlar.
Sanırım onlara Hz. Muhammed’in umdemiz olan bir hadisini hatırlatmamız yerinde olacak: “Fikir ayrılıkları ümmet için rahmettir.” Sanat da doğası gereği müphemdir. Peki günümüzde hala böyle mi? Hakikat takıntımız, geleneği reddimiz ve saflığa ulaşmak için çabamız ile sanatı da tekdüzeleştiriyor muyuz?”
“Ortaçağ” kavramı zaten genel olarak açıklayıcı değildir, çünkü evrensel değildir, Avrupa-merkezcidir ve esasen genel ve afaki bir “karanlık çağ” imgesiyle özdeşleştirildiği için de manasızdır.
Kitabın çevirmeni Tanıl Bora, gazeteduvar.com’dan İsmail Özkan’a verdiği röportajda; (3) Aydınlanma’yla başlayan ve modern dönemle derinleşerek gelişen, metnin anlamının kesin olması ve hiçbir farklı okuma biçimine açık olamayacağı yönündeki eğilimin dini düşünceyi fundamentalizme ittiğini belirtiyor. Bu eğilimin hoşgörüyü zaafa uğrattığını söylüyor. Yazar Bauer’in tek tip bir Aydınlanma okuması yaparak herkese cömertçe dağıttığı müphemlik hoşgörüsünü (çok görüşlülük) Aydınlanma’dan esirgediğini belirten Bora, müphemliğin kayıtsızlık anlamına gelmediğini ve insanın metnin anlamını yakalama arayışının bir ürünü olduğunu dile getiriyor.
Thomas Bauer’in 2018’de yayımlanan ve 2019’da Almanya’da yılın araştırma kitabı ödülünü alan kitabının adı: “Neden bir İslam ortaçağı olmadı?” Bauer bu kitapta en baştan, “Ortaçağ” kavramının zaten genel olarak açıklayıcı olmadığı, çünkü evrensel olmadığı, Avrupa-merkezci olduğu ve esasen genel ve afaki bir “karanlık çağ” imgesiyle özdeşleştirildiği için de manasızlaştığı tezini ileri sürüyor.
“İlerici” kabul ettiğimiz akımların da fundamentalizmleri olabilir bu bakımdan. Bütün akımlar ve bütün izm’ler gibi ateizmin de fanatizmi olabilir.
Yazar aydınlanmayla müphemlik arasında bir karşıtlık kuruyor. Kapitalizmle de aynı türden bir karşıtlık kurulabilir mi sizce?” sorusuna siyaset bilimci, çevirmen Tanıl Bora’nın cevabı şöyle:
Bu Bauer’in bence de haklı olarak en fazla eleştirildiği noktalardan biri, Aydınlanma’ya epeyce “düz” bakması. Büyük ölçüde pozitivist-determinist, “muhafazakar” diyebileceğimiz ve olmuş bitmiş, monoblok bir Aydınlanma kabulüne dayanması. Yani basitçe, Aydınlanma’dan müphemlik hoşgörüsünü esirgemesi! Kapitalizmin kesinlik isteyen ve müphemlik hoşgörüsünü baltalayan etkisine de değiniyor Bauer. Elbette Aydınlanmayla kapitalizm alâkalılar, fakat tastamam örtüşmüyorlar, “aynı şey” değiller.
Kitapla ilgili yaptığınız bir sunumda fundamentalizmin illa ki dini olması gerekmez demiştiniz biraz açar mısınız? Ateist fundamentalizm de olabilir mi?” sorusunu bize şöyle cevaplıyor:
Fundamentalizm, Türkçeye “köktendincilik” diye çevrildi. Oysa, düz çevirisi “temelcilik” veya “temelselcilik” olurdu; “kurucu ilkelere, ilk kaynaklara dayanma yanlısı olmak”tır anlamı. Her dinî hareketin veya siyasî, fikrî, kültürel akımın fundamentalizmi olabilir. O akımın kuruluş mitolojisine katı sadakat ve onun etrafında bir püritanizm… “İlerici” kabul ettiğimiz akımların da fundamentalizmleri olabilir bu bakımdan. Ateizmin fundamentalizmi nasıl olur bilmiyorum, çünkü kurucu ilkeleri, kuruluş mitolojisi olan bir akımdan söz etmiyoruz. Ama yine bütün akımlar ve bütün izm’ler gibi ateizmin de fanatizmi olabilir.
Gayba iman ediyorsunuz ve bilebilecekleriniz size indirilen ilahi mesajla sınırlıdır. Bu, müphemliğe alan açar.
Röportajın geri kalanında Bora’nın özet olarak kitapla ilgili görüşleri şöyle;
“Bauer’e göre dinlerin müphemlik hoşgörüsüne “ihtiyacı” vardır. Bunu iki nedene bağlıyor. Birincisi, dinler aşkınlık fikrine, aşkınlığa bağlıdırlar; hakikatin tamamına hakim olamayacaklarını, tam ve kesin bilemeyeceklerini kabul ediyorlar. (Yani, Gayba iman ediyorsunuz ve bilebilecekleriniz size indirilen ilahi mesajla sınırlıdır.) Bu, müphemliğe alan açar. İkincisi, din her şey bir yana (tebliğ) iletişimdir. Bauer’e göre, insan-insan ve insan-tanrı iletişimidir, her iki iletişim düzlemi de ister istemez müphemliğe alan açar. Kutsal metinlerin dilinin müphemliği de bunu teyit eder.
Bauer, müphemlik hoşgörüsünün yegâne kaynağının dinler olduğunu söylemiyor. Kaynaklarından biri olduğunu söylüyor. Ve dinlerin bütün yorumlarının, bütün akımlarının, bütün pratiklerinin bu çizgide şekillendiğini de söylemiyor. Dinlerin fanatik yorumları da vardır, gayet de güçlüdür. Zaten Bauer İslam dairesinde fanatizmin gelişmesinde, modern zamanlarda müphemlik hoşgörüsünün gerileyip kesinlik basıncının artmasını önemli bir etken olarak görüyor.
Bora devamında; Reel-İslamcılık tabirini kullanayım, reel-İslamcılık açısından kilit fıkıh kaidesinin “zaruret haramı mubah kılar” olduğunu düşünüyorum. Bu kaidenin alabildiğine geniş yorumunu kastediyorum; İslâmcılığın “kanaat önderleri,” gündelik hayattan siyasete her alanda, icaba göre her şeyi zaruretten ötürü mubah kılan “ruhsatlar” tevzi ediyorlar. Bu “icaplarda” yüzyıllardan beri devletin, “ululemr”in hükmü belirleyicidir; yine epey bir zamandır da piyasanın, az evvel şerle andık, kapitalizmin hükmü belirleyicidir. Yanı sıra, başta erkek milletinin tahakküm “ihtiyaçları” olmak üzere, nice “enaniyet” hırsı belirleyicidir. Bazen de, hayatın sahiden “kitaba uymayan” basit, gündelik ihtiyaçları belirleyicidir. İslami bakış açısından, bu “zaruret” kapısının sekülerleşmeye alan açmasından yakınılır, biliyorum. Burada düşündürücü olan, sekülerlik meselesi mi? Yoksa araçsallaştırıcı bakışa, oportünizme, riyakârlığa açılan geniş alanlar mı? Bence ikincisi; zira bu kapı, sekülerlikten önce de açıktı.”
Tarihinin başlarında karşılaşılan tüm soru ve sorunlara cevap verme zorunluluğu öngörmeyen kilise; kadının konumu, bireysellik gibi konularda ileri adım atmak şöyle dursun, her geçen gün hayatın daha fazla alanına müdahil olmaya başlamıştır.
Girişte sözünü ettiğim kitap eleştirisi ise Giresun Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi’nde öğretim elemanı Refika Soyal’e ait (4). Soyal müphemlik kavramını Bauer’in modern Batı açısından ele aldığını, Batı’da azalma eğilimindeki müphemlik hoşgörüsünü on alt başlık halinde din, sanat, ekonomi ve politika sahalarındaki temelleri ve tezahürleriyle irdelediğini belirtiyor. Ayrıca bu bağlamda modern Batı ile girdiği diyalektik sonucunda kesinlik arayışına yönelen günümüz İslam toplumlarına dair bir dizi eleştiri ortaya koyduğunu ifade ediyor.
Soyal başta Müslümanlar olmak üzere Şark’ı, Batı’yı model almaktan men eden Bauer’in bu bağlamda tarihsel ve modern gerçekliğe dair pek çok gerekçe sıraladığını belirtiyor. Ve şöyle devam ediyor: “Her şeyden evvel Batı, Orta çağ tarihi boyunca katı dini ekol ve algıları yanında Hristiyan mezhep kavgalarına sahne olmuştur. 17. asırdan itibaren Katolik kilisesinde yeniden baş gösteren müphemlik hoşgörüsüzlüğü 18. yüzyılda yanılmazlık ilkesi ile tescillenmiştir. İslam dünyasında farklı unsurların hoşgörüyle karşılandığı bu dönemde Hristiyan Alemi her biri mutlak hakikati elinde bulundurduğu noktasında en ufak şüphe duymayan mezhepleri (Katolik, Protestan vb) arasındaki derin ihtilaflarla karşı karşıya kalmıştır. Tarihinin başlarında karşılaşılan tüm soru ve sorunlara cevap verme zorunluluğu öngörmeyen kilise; kadının konumu, bireysellik gibi konularda ileri adım atmak şöyle dursun, her geçen gün hayatın daha fazla alanına müdahil olmaya başlamıştır. Tanrı kelamına yapılan atıflarla merkezden dayatılan dünya görüşü ve ilkelerini dikte etme eğilimindeki tavırlar günümüze kadar devam etmiştir.”
“İş gücü ihtiyacına binaen farklı etnik gruplara kapıların açıldığı 60’lardan günümüze çok kültürlü toplum yapısı karşısında günden güne hoşgörüden uzaklaşan Batı’da, sosyo ekonomik zorunluluklara istinaden burun kıvırarak kabul edilen mevcut zorunlu eşitlik aslında eşitlik bile sayılamaz."
Soyal, Bauer’in Kalvinist örneğini ise şöyle açıklıyor: “Pek çok fundamentalist ideolojide olduğu üzere Kalvinist geleneğin temel unsurlarından biri de mutlak hakikatçiliktir. Calvin’e göre İncil hükümleri mutlak sarahat ve sınırsız bağlayıcılık arz eder. Hakikatin alternatif terimi ise muhtemelliktir. Geleneksel İslam hukukçusunun iddia ettiği de hakikatin keşfi olmayıp aksine güçlü gerekçelerle temellendirilmiş “muhtemel doğru”yu ortaya koymak şeklinde idi. Benzer şekilde demokratik parlamentolar da her bir ihtimale riayet edilerek ulaşılan orantılı çözümü vadederler. Yine Calvin’in öngördüğü Hristiyan toplum tasarımına göre yeni bir şey üretmek yerine her şeyi en eski, en nezih temsilci ve örneklere dayandırmak gerekir.” (Benzer yol geleneksel İslam uleması tarafından da benimsenmemiş midir?)
Bauer’in Avrupa kıtasındaki Hristiyan yoğunluğa işaret ettiğine değinen Soyal, böylesi bir dışa kapalılık örneğine başka hiç bir kıtada rastlanmadığını belirttiğini ifade ediyor: “Bölgeye farklı unsurların yerleşmesi pek mümkün olmamış; bazen Yahudi toplulukları bu imkanı bulsalar bile sadece tolere edilmişler, sonra siyasi koğuşturma ve katliama maruz kalmışlardır. Bu çerçevede Batı’daki çok kültürlü ortamı tartışmaya açan Bauer’e göre iş gücü ihtiyacına binaen farklı etnik gruplara kapıların açıldığı 60’lardan günümüze çok kültürlü toplum yapısı karşısında günden güne hoşgörüden uzaklaşan Batı’da, sosyo ekonomik zorunluluklara istinaden burun kıvırarak kabul edilen mevcut zorunlu eşitlik aslında eşitlik bile sayılamaz."
Bu çerçevede Bauer, kendi tarihinde bir “Orta Çağ” yaşamamış olan İslam toplumlarının, daima din içi mezhep mücadeleleri ile uğraşan Hristiyan Aleminin Doğu’ya gönderdiği misyonerlere gösterdiği saygı ve hoşgörüden söz ediyor, diyen Soyal; “Bu dönemde Asya ticaret yolları üzerindeki bölgelerde farklı toplum mensupları ana dilleri ve kültürlerine özgü giyim tarzları ile günlük hayatı paylaşmış, ayrı mabetlerde farklı din mensupları olarak ibadet edebilmişlerdir. Ne var ki 19. asırdan itibaren Batı’yı model alarak kesinlik arayışına girmeleri nedeniyle İslam toplumlarında mutlak hakikatçilik ve mutlak kayıtsızlık eğilimleri baş göstermiştir. Bir başka izah şekli, ekonomik ve askeri bakımdan köşeye sıkışmışlık hissiyle Şark, din referanslarını netlik/kesinlik bakımından gözden geçirme sürecine girmiştir. Kesinlik arayışı ve müphemlik karşıtlığı neticesinde fundamentalizm ve mutlak kayıtsızlık şeklindeki iki kutup arasında kalan din, üstelik sadece İslam toplumlarında değil, Hristiyanlık ve Budizm kapsamında da “orta”sını yani vasatını kaybetmiştir. Kayıtsız yönelime göre bir şey matematiksel kesinlikle ifade edilemiyorsa daha az değerli ve daha az önemlidir. Şayet müphem olanın acilen net bir ifadeye kavuşturulması elzem görünüyorsa en genel haliyle fundamentalist refleksler teşekkül eder” diyerek bu noktayı özetliyor.
Soyal’in Bauer’in fundamentalizmle ilgili görüşlerini özetlediği satırları ise şöyle: Fundamentalizm katışıksız olan; tek anlamlı, kesin ve nettir; böylece izaha muhtaç yahut yoruma açık değildir. Fundamentalist yönelim, bileşensiz olanın tespiti sürecinde politik ya da dini bir otorite arar; bu merci ise lider, merkez heyet yahut kendini halife ilan eden biri olabilir. Örneğin selefilikte bir şekilde meşruiyet ve otorite kazanan lider, kendine has bir hükmü tek bir hakikat sıfatıyla sunar. Her kim onu benimsemeyecek olursa mürted ve sapkın ilan edilir. İslam peygamberinin bir sözüne dayandığı üzere “İhtilafta ümmet için rahmet vardır.” söylemi ve algısından sonra ihtilaf; yanılgı ve anlamsız muhalefet addedilir olmuştur. (Ümmetimin ihtilafı rahmettir, daha doğru bir çeviri ve burada ulaşılan sonuca Bauer’in nereden vardığı ise bana göre biraz müphem açıkçası)
(https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-ihtilafi-rahmettir-hadisini-aciklar-misiniz)
Soyal Bauer’den alıntılamaya devam ediyor: “Yazara göre kıraat farklılıkları konusunda getirilen orta yollu çözüm, tefsirlerde var olan yorumların bir renklilik addedilip yeni yorumların öncekileri iptal etme iddiasının aksine sadece bir katkı olarak ortaya koyulması gibi örnekler İslam geleneğinde müphemlik hoşgörüsünün kanıtlarındandır. 19. asrın ikinci yarısına kadar klasik İslam hukukçuları benzer şekilde şeriatin kesin ve net olarak bilinebilir nitelikte olmadığı görüşünden hareketle esneklik ilkesini öngörmüşlerdir. 20. asrın bin yıl öncesinde neredeyse hiç uygulanmamış olan ağır fiziksel cezalar günümüzde birtakım radikal dini gruplar tarafından yeniden gündeme getirilmektedir. Esasında bu eğilim, Orta Çağ’a dönüş olması şöyle dursun; tamamen totaliter İslam ideolojisine dair modern bir icattır.”
"Yazarın eserine taşıdığı bir başka tespite göre ise İslamist oluşumlarda otoriteler sıklıkla İslam ilimleri tahsil etmiş kimseler olmayıp doğa bilimciler, tıpçılar ve mühendislerdir. Bir araştırmaya göre mühendisler İslamcı hareketlerde terör suçlularının %45’ini oluşturmaktadır” diyen Soyal şöyle ekliyor: “Yazar bu durumu zımnen pozitif bilimcilerin kesinlik arayışı ile irtibatlandırmaktadır. Her halükarda müphemlik hoşgörüsüzlüğünün sonuçlarından olan fundamentalizm ve kayıtsızlık yönelimlerinin aynı zamanda bir etki/tepki ilişkisinden de söz edilmelidir. Bauer’e göre sanat da tıpkı din gibi özünde barındırdığı müphemliğe bağlı olarak gelişimi için müphemlik hoşgörüsüne muhtaçtır; Özü itibarıyla sanat, yoruma açık olmalıdır; farklı algı ve tasavvur uyandırmayan eser sanatsallıktan uzak sayılır. İki ayrı ötekinin varlığından yola çıkılması imtiyazcı ve tekelci bir hürriyetin aksine simetrik bir özgürlük tanımına ulaşmayı gerektirir. Bauer’in söz konusu ettiği hürriyet; azınlık ve güçsüz olan başta olmak üzere “farklı olanın” yahut muhalifin özgürlüğüdür. Zira hoşgörü; öznenin kendisi yahut benzerlerine değil, aksine kendisinden farklı durum ve nitelikte bulunan muhataplarına yönelik tavrını ifade eder. Hoşgörüsüzlük güdüsel; hoşgörü akli ve iradi bir tutumdur. Belli bir kültürde müphemlik hoşgörüsünün hakim olduğu dönemi müphemlik karşıtlığının güçlendiği bir başka dönem takip edebilmektedir.
Soyal son olarak Bauer’in niyetini şöyle açıklıyor: “Böylece yazar tespitleriyle ekonomik, siyasi ve sosyal birtakım zorunlulukların ötesinde ahlaki bir ödev olarak, elbette ötekine karşı hoşgörünün daha güçlü temellere oturtularak küresel anlamda değişen paradigmalara uygun biçimde güncellenecek siyasi yaklaşımlara zemin hazırlanmasını gündeme taşımaktadır.”
Açıkçası müphemlik konusunda düşünmemizi sağlayan Bauer’i Hristiyan ve İslam Tarihi’nin pek desteklediğini düşünmüyorum. Zira Avrupa’da, Habsburglarla Borbonlar arasında otuz yıl süren savaş görünüşte dinsel nitelikli savaşlardır. Savaşın temel nedeni ise Protestan-Katolik dini çatışması olsa da, savaşa katılan büyük devletler siyasi çıkarlar için savaşmışlardır. Kadir Demirci ve Muhammed Salih Azzan’ın “Mezhep Çatışmalarının Sebepleri” başlıklı makalelerinde (5) bu konuyu çok iyi özetlediklerini düşünüyorum. İslam tarihinde çeşitli nedenlerle ortaya çıkmış bulunan mezheplerin birbirleri ile olan çatışmalarının sebeplerini ortaya koymaya çalışan yazarlar şöyle açıklıyorlar:
Mezhepler insanın farklı algı ve tasavvurlarının tabii bir sonucu olarak zuhur etmiş ilmî ve fikrî yapılardır. Birbirinden farklı bakış açısı ve görüşlere sahip mezheplerin birbirleriyle ilmî ve fikrî bir mücadele içinde olmaları, düşüncelerini karşılıklı tartışmaları da tabii bir süreçtir. Ancak, tabii olmayan mezheplerin birbirlerinin varlığını tehdit edercesine bir gerilimin ve çatışmanın içine girmeleri, birbirlerini ötekileştirmeleri, birbirlerini tekfir etmeleri ve hatta birbirlerini yok etmeye varacak boyutta şiddet içeren bir nefret ve kin girdabına düşmeleridir. Müslümanların birliğinin önündeki en büyük engellerden biri mezhepler arasındaki çatışma problemidir. Mezhepler arasındaki çatışma Müslümanlar arasındaki sevgi ve saygıyı ortadan kaldırmakta, kin ve nefreti doğurmaktadır. Mezhepler arasındaki çatışma problemini çözmek için atılması gereken ilk adım bu çatışmaya sebep olan hoşgörüsüzlüğün kaynaklarını tespit etmek ve bunlar üzerinde bir görüş birliğine varmaktır. Daha sonraki aşama ise üzerinde ittifak edilen çatışma sebeplerini ortadan kaldıracak adımlar atmaktır.”
Yazarlar daha sonra da mezhepler arasındaki çatışmanın önemli sebeplerini şöyle ortaya koyuyorlar:
- Ümmet bilincinin yitirilmesi
- Ahlakî sebepler
- Güç ve İktidar mücadelesi
- Hadis uydurmacılığı
- Dini metinlerde yapılan tasarruf ve teviller
- Dinde olmayan referanslar oluşturmak ve bunları kutsallaştırmak
- Bilgiye ulaştıran araştırma yöntemlerinde yanlışlıklar ve ihmaller yapmak
- Farklı düşünceye olumsuz bakmak ve farklılıkları engellemeye çalışmak
- Dinin sabitelerinden olmayan hususları dinin sabiteleri gibi gösterip sabiteler alanını keyfi olarak genişletmek ve bunları zaman içinde itikadî düşüncelere dönüştürmek.
Tabii İslam tarihinde bilhassa Emevilerin yıkılışı ve Abbasilerin iktidara gelişi, Fatimiler, Selçuklular, Osmanlılar gibi birbirini takibeden devletler tarihinde iktidar sağlamlaştırılana kadar ve Osmanlı ile Timur arasındaki mücadeleleri sadece mezhep veya iktidar savaşı değil birbirilerini etkileyen sosyal hadiseler olarak görmek uygun olur. Hatta günümüzde Sünni/Şii (Hicaz/İran), Arap/Arap (Hicaz/Katar) ve benzer ihtilaflarda sebepler sadece mezhep veya iktidara indirgenerek anlaşılamaz.
Şimdi konuyla ilgili iki okuma linki vereceğim. Bu linkler karşıt olmamakla beraber aydınlatıcı olduğu kadar, kafa karıştırıcı da gelecektir, şayet konu hakkında derinlemesine bilgi sahibi değilseniz. Müphemlik ve Çeşitlilik, hatta hoşgörünün öğrenilmesi gereken bir kültür olduğunu anlayacaksınız.
Açıkçası Thomas Bauer ve diğer kaynakları son verdiğim örnekteki açıklamaları düşünerek değerlendirmenizde yarar var. Demiyorum ki Bauer yanlıştır, çalışması değerli değildir, islam tarihine farklı bir okuma yaptığı, yeni bir kavramla bazı şeyleri açıklamaya çalıştığı doğrudur, ama islam dünyasını, müslümanlığı, yaşadığı sorunları, bu sorunları yaşatanları tek kavrama indirerek açıklamak, indirgemeci bir yaklaşım olur ve doğru değildir.
Kendisinin de ifade ettiği gibi bu konuda çok görüşlü okuma yapmak ve yüzyıllardır çeşitli saldırılar altında olan dinimizi değerlendiren “yabancı” kaynakları okurken bir “acaba”yı kendimizden esirgememek gerekir.
TEKDÜZE DÜNYA
Bauer’in Albaraka yayınlarından çıkan yeni kitabının adı ise Dünyanın Tekdüzeleşmesi: Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine (2). Bauer ilk kitabındaki görüşlerinin devamı niteliğinde olan kitapta başka ilginç görüşler de ileri sürüyor. Bu kitabı okurken de ilk kısımda yaptığım uyarılara dikkat etmek gerekiyor, yani bir acabayı esirgememek gerek.
Homo suicidalis kavramı insanlığın kendi elleri ile hazırladığı bir uçuruma doğru hızla ilerlediğini ifade eder, diye başlıyor yazar. Ve devam ediyor: “İşin dikkat çekici yanı ise uçuruma doğru bu ilerleyiş bir kesim tarafından desteklenir ve beslenirken, geniş kitleler tarafından ilgisizlik ve hatta algısızlık ile karşılanmaktadır. Bu durumun hissedilmeye başlandığı ilk tarih olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası gösteriliyor. Onu takip eden İkinci Dünya Savaşı’nda ise ABD’nin Japonya üzerinde kullandığı 2 atom bombasının ardından hızlanan nükleer silahlanma ile bugün insanlığın dünya üzerinden silinmesi birkaç tuşa basılmasına bağlı… Bu kudretin karşısında, yazarın tespitini açıklarken değindiği “algısızlık” -belki de bu algısızlığın temel nedeni olan “çaresizlik”…
Tabii müphemlik ve çeşitliliğin azalması meselesi din, sanat ve siyaset gibi alanlarda ortaya çıkan ve sonucu tek anlamlılık olarak tebarüz eden anlam daralması; insan bedenen var olsa dahi insani olan özelliklerini kaybetmesi ile sonuçlanır, diye de ekliyor yazar.
“Homo suicidalis kavramı insanlığın kendi elleri ile hazırladığı bir uçuruma doğru hızla ilerlediğini ifade eder. İşin dikkat çekici yanı ise uçuruma doğru bu ilerleyiş bir kesim tarafından desteklenir ve beslenirken, geniş kitleler tarafından ilgisizlik ve hatta algısızlık ile karşılanmaktadır.”
Kitabın girişinde yöneltilen “Bir Çeşitlilik Çağı mı?” sorusu önemli. Bauer, okuyucuya “kapitalist tüketim toplumu” konusunu açıyor ve topluma sunulan ürün yelpazesinin çeşitliliğinden ve bu ürünlerin tüketicilerine sunduğu kimlikten bahsediyor. Peki bu kadar farklı opsiyonun arasında yaşadığımız çağın adı çeşitlilik mi? Cevap tek kelime: Hayır. Verdiği örnekler de çarpıcı:
- Almanya’da kuş popülasyonu 1800 yılından günümüze %80 azalmış.
- Böceklerin biyokütleleri sadece son 25 yılda %80 azalmış.
- Tüm bitkilerin yaklaşık %70’i tehlike altında.
- Biyologlar 2030 yılına kadar bilinen beş türden birinin ve hatta 2050 yılına kadar her üç türden birinin neslinin tükeneceğini ifade ediyor.
- Konuştuğumuz dillerin sayısı her geçen gün azalıyor. Nesli Tükenmekte Olan Diller Derneği dünyada konuşulan 6500 farklı, biricik dilin neredeyse üçte birinin önümüzdeki birkaç on yıl içerisinde yok olacağını ifade ediyor.
Peki bu kadar farklı opsiyonun arasında yaşadığımız çağın adı çeşitlilik mi?
Cevap tek kelime: HAYIR
Peki kültür ne durumda? Yazar, Avrupa’nın yüzyıllardır tek kültürlü olduğu görüşünde. Hristiyanlık dışı bir dine sahip olan kişilerin, bazı Yahudiler dışında Avrupa’ya yerleşmelerine izin verilmediği; bu durumun da dini anlamda homojenleşmeye sebep olduğunun altını çiziyor. Nitekim geçmiş dönemlerde İslam’ın Avrupa’da yayılmasının güçlü direnişler ile karşılaştığı herkesçe kabul gören bir olgu. Çok kültürlü bir hayatın var olduğu zaman için ise ticaret yollarının aktif olarak kullanıldığı döneme işaret ediyor. Şehirlerde birçok farklı din için inşa edilmiş ibadethaneler, sokaklarda konuşulan farklı diller, farklı giyim tarzları. Gözlerimizi kapayıp Eski İpek Yolu’nu ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nu hayal edelim. Gerçekten bugünden bir hayli “farklı” olmalı…
Tabii kitabın amacı ne geçmişi düşünüp hayıflanmak; ne de geleceği düşünüp kaygılanmak… Bauer kitabın amacını açıklıyor: “Kitabın devamında konumuz daha çok, çeşitliliğin tüm tezahürlerine katlanma konusundaki arzumuz veya çekincemiz hakkındadır.” Bu amaç doğrultusunda kitap duruma iki farklı perspektiften yaklaşıyor:
1-Etnik çeşitlilik ve farklı yaşam tarzları gibi dış dünya ile olan ilişkimiz ve muğlak dünyanın çeşitli hakikatleri ile olan ilişkimiz. Çünkü bugüne kadar mevcut olmuş ve bugün mevcut olmakta olan çeşitliliğin yansıması müphemliktir.
Dünya müphemlikler ile dolu bir yerdir ve insan yaşamının her alanında çelişkili önermeler ile karşı karşıya kalır. Daha önce bir yazımda G. Hofstede’nin çok bilinen “kültür farklılıkları” araştırmasında “müphemlik” kavramının yer aldığından söz etmiştim. (https://muratulker.com/y/yabanci-ortakliklarda-risk-yonetimi/) Linki mavi çizili kısma verelim. Hofstede kültürü 6 temel faktörle tanımlar: Güç Mesafesi, Bireyselci / Kolektivist Yapı, Belirsizlikten (müphemlikten) Kaçınma, Maskülen / Feminen Toplum, Uzun Dönem / Kısa Vadeli Oryantasyon, Serbestliğe Karşı Sınırlama.
Araştırmaya göre Türkiye, belirsiz durumlar karşısında endişelenmekte, belirsizlik anında sabırsızlıkla ani kararlar vermekte ve bu gibi durumlarda uzman görüşlerini önemsemektedir.
Hofstede’nin “Belirsizlikten (müphemlikten) Kaçınma” faktörü kitabın konusu ile bir hayli paralel. Hofstede’nin araştırması diyor ki: Eğer bir toplum belirsiz durumlardan kaçınma eğiliminde ise; stres seviyesi yüksektir, belirsizlikler yok edilmesi gereken tehditler olarak algılanır, karar almak için mutlaka fikir birliğine ihtiyaç duyulur, birey hatadan kaçınmak için olağanüstü bir çaba gösterir, kural ve kanunlar sosyal yapının formülasyonu ve sürdürülmesi için kritik önem arz eder. Ve toplumlar farklı “belirsizlikten kaçınma” seviyelerine sahiptirler. Hofstede’in araştırmasına göre Türkiye’nin belirsizlikten kaçınma düzeyi 85 iken güç aralığı 66’dır. Bu araştırmaya göre Türkiye, belirsiz durumlar karşısında endişelenmekte, belirsizlik anında sabırsızlıkla ani kararlar vermekte ve bu gibi durumlarda uzman görüşlerini önemsemektedir (6).
Kitapta müphemlik hem bir tanım hem de kavram, üç detay ve ardından gelen bir önerisi var.
- Müphemlik kasıtlı olarak yaratılmaz, istemsizce var olur. Öngörülmesi genellikle zordur.
- Müphemlikten tamamen kaçış pek de olası değildir.
- Müphemlik ortadan kaldırılsa dahi, beklenmedik bir ortamda tekrar tezahür eder.
Yani insanoğlu için müphemlik ile birlikte yaşamak zorunluluktur. Bu görüş çerçevesinde onu tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak yerine yönetilebilir bir düzeye indirgemek daha yerinde bir çaba olacaktır.
Bana kalırsa işin çetrefilli tarafı ise kararı vermekte değil, kararınızın dışına ittiğiniz opsiyonun yarattığı müphemlik ile başa çıkmakta.
Evet, konuyu bir de iş dünyasından kısa ama kapsayıcı bir örnekle açıklayalım: Her gün irili ufaklı bir çok karar veriyoruz, bu kararların da bir etki alanı var. Karar verme kabiliyeti kişiden kişiye, kültürden kültüre göre farklılık arz etse bile, kararın etki alanı genişledikçe insan üzerindeki baskısı da artar. Bana kalırsa işin çetrefilli tarafı ise kararı vermekte değil, kararınızın dışına ittiğiniz opsiyonun yarattığı müphemlik ile başa çıkmakta. Hoş, toleransınızı artırmayı da zamanla öğreniyorsunuz…
2-Yazarın bir sonraki tezi, günümüzde müphemlik toleransının çok az olması.
17.Yüzyıldan itibaren Katolik Kilisesi’nin müphemliğe karşı olan toleransı her geçen gün azalmaya başlıyor. Yıllarca devam eden bu birikimin ardından 18 Temmuz 1870 tarihinde Papa IX. Pius tarafından 533 piskoposun onayı ile bir yasa yürürlüğe konuluyor. Bu yasanın ismi “Yanılmazlık/Infallibilite Yasası”. En temelde diyor ki, “Papa yanılamaz ve kimse tarafından yanıltılamaz.” Üstelik bu yasaya gönülden inanmak Katolik olmanın bir ön koşulu; nasıl İsa Peygamber’in Tanrı’nın oğlu olduğuna inanıyorsan, Papa’nın sözüne de öyle inanacaksın… Nitekim biraz önce belirttiğim gibi, müphemliğin yok edilme çabası kiliseyi güçlendirmemiş, aksine dağıtmıştır. Çünkü müphemlik ortadan kaldırılsa dahi, beklenmedik bir ortamda tekrar tezahür eder. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var, o da mevcut olan müphemliğin esasında bir hayli ender ve son derece değerli olan “hakikatin” değerini arttırmasıdır.
3-Fundamentalizm ve Kayıtsızlık Arasındaki Dinler
“Fundamental” yani radikal deyince bu arada aklıma bir deneyimim geldi. Hatırlarsanız bir zamanlar “Ülker ürünleri belirli odaklar tarafından boykot edilmişti, ne olduğunu gerçekten anlamamıştık. O zamanlar bir yurtdışı gezim sırasında bir bankerden bizim için “onlar fundamentalist, dikkat edilmeli” dendiğini duymuştum! Bu sözcükle ilk tanışmam o zaman olmuştu. O gün de “fundamentalist” nedir bilmezdim, bugün de halimizin o günden farkı yok. Nasıl “fundamentalist” olduk onu da hiç anlamadım. Ama öyle olduğumuzu yurt dışında bir bankerden duymak hele de 80-90’ların iletişim ortamında dünyada bazı sistemlerin nasıl çalıştığını anlamamıza yardımcı olmadı da değil!
Yeniden Bauer’e dönecek olursak bu bölümde yazarın çok önemli ve bir o kadar hassas tespitleri yer alıyor. Bauer dine olan ilginin çok açık bir şekilde azaldığını savunuyor ve dinin oluşum aşamasında asıl beslendiği şeyin müphemlik olmasına rağmen, fundamentalist akımların her geçen gün güçlendiğini ifade ediyor. Zaten bu değişme demokratikleşemememizin önündeki engel ve darbelerle dolu siyasi hayatımız, hatta bugün siyasal İslam denilen olgu da benzer bir sonuçtur.
Yazar bu dini yapının sebebi olarak müphemliğe karşı daha az toleranslı hale gelen modern toplumu işaret ediyor ve bu tespitini farklı perspektifler üzerinden temellendiriyor:
Birincisi, dinin rasyonel olarak bilinebilir olanın ötesine geçen, kelimenin tam anlamıyla onu aşan bir şeye, yani bizden daha büyük ve “farklı” olan bir şeye, GAYBe olan inanca dayanması. İçerisinde birçok muğlaklık, belirsizlik ve çok anlamlılık barındırmasıdır. Yani modernizmin temel kalıpları arasında yer alan kavramsallaştırmaya hiç uygun değil.
Sanat doğru veya yanlış gibi kalıplar ile değil, tamamen kalıplardan bağımsız olarak kişinin yorumları ile anlam kazanır.
İkinci perspektif ise dinin bir iletişim biçimi olması gerçekliğinde yatıyor. Yazar, Vahiy dinlerinde bu iletişim biçiminin içerisine kitleler için karmaşık bulunan yazılı metinlerin girmesiyle paralel olarak müphemliğin de arttığını ifade ediyor. Esasında buradaki temel mesele metinler değil. Geçmiş dönemlerde yaşayan Klasik İslam alimleri Kur’an’daki ayetlerin birçok farklı şekilde yorumlanabilmesi ve farklı doğruları bünyesinde barındırabilmesi ile iftihar etmişlerdir. Günümüzde ise Allah’ın söylemlerinin sadece tek bir anlama gelebileceğini savunup ve bu tek “doğru”yu aramaktadırlar. Sanırım onlara Hz. Muhammed’in umdemiz olan bir hadisini hatırlatmamız yerinde olacak: “Fikir ayrılıkları ümmet için rahmettir” (7). Tabi ki doğrunun üzerinde düşünelim ve onu bulmak için arayışta olalım; ancak bizi bu arayışa çıkaranın kudretinin farkında olalım ve arayışa devam etmemizi sağlayan motivasyonumuzu da gözden geçirelim.
Sanat da doğası gereği müphemdir. Kesin bir tanımı yoktur, başı veya sonu kimse tarafından ifade edilemez ve çok yönlülük sanatın tam da kalbinde yer alır. Sanat doğru veya yanlış gibi kalıplar ile değil, tamamen kalıplardan bağımsız olarak kişinin yorumları ile anlam kazanır. Peki günümüzde hala böyle mi? Hakikat takıntımız, geleneği reddimiz ve saflığa ulaşmak için çabamız ile sanatı tekdüzeleştiriyor muyuz? İkinci Dünya Savaşı sonrasında Schönberg’in dodekafosine dayalı gelişen dizisel müzik yerinde bir örnek olacaktır. Dizisel müzik en temelinde müziği oluşturan bütün parametreleri sayılar ve oranlar üzerinden kurgular, bu yüzden müziği oluşturan elementlerin özgürlükleri yoktur ve yoruma kapalıdır. Bugün kompozitörlerin bir dijital kütüphaneden seçebildiği ezgi, ritm ve solist ses kalitesi imkanı yok mu?
“Sanatın müzelerden çıkıp kamusal alanlarda da yer alması gerekiyor, okulların sanat ile beslenmesi ve gelecek nesillerin ufuklarının mutlaka doğa tarihi eğitimi ile genişletilmesi gerekiyor.”
Bauer’e göre kalıplarla ifade etme arzusu ile yaratılan tekdüzelik ve dizginlenemeyen arınma süreçleri ile saflığa ulaşma çabası, anlamın kendisinin kaybolmasına yol açmıştır. Kitabın bizim tolere etmemizi ve benimsememizi önerdiği müphemlik, zenginleştiren müphemliktir. Bu da anlamın biriciklik ve sınırsızlık arasında yer aldığı bir doğrunun neresinde duracağımız ile belirlenir. Kısacası din ve sanat kendini var edebilmek ve gelişebilmek için müphemliğe ihtiyaç duyar.
Üçüncü perspektif, hatırlarsanız yakın zamanda “Sıradanlıktan Vazgeçin! Özgün olun! Tarzınız olsun!” başlığı ile kaleme aldığım “otantiklik” konusundan bahsediyor. O yazıda “Ama her performans, resim, tiyatro, yazı otantik olduğu, insanı içine aldığı ve samimi bulunduğu sürece ‘değer’ üretebilir” demiştim. Bu yazıda ise gerçek “değerin” üretilebilmesi için esere bakanın nasıl bir perspektife sahip olması gerektiğine değineceğim. Otantiklik kavramının özne ile olan ilişkisi incelenmelidir, nitekim her birey birbirinden farklıdır ve otantikliğin en özünde bireyin kendisi ile özdeş olabilmesi yatar diyor Bauer. Eğer otantiklik özne sınırlarında içselleştirilir ve başarılı bir şekilde dışavurulabilir ise ile dünyanın tekdüzeleşmesinin önüne geçilebilir. Ancak birey “otantiklik” ihtiyacını doyurmak adına (ihtiyaçlar klasik iktisat teorisinin temel kavramıdır) bir nesneyi tükettiğinde, burada beslenen kendi kişiliği değil; tüketici kişiliğidir. Bu gibi durumlarda birey “otantik” eserin karşısına geçerek onu tüketebilir ve tükettikçe de kendi kimliğini formüle eder. Kısacası otantikliğin özneleştirildiği (kendi olunduğu) ya da nesneleştirildiği (tüketerek var edildiği) durumlara göre çıktıları da değişiklik arz ediyor.
Bürokratikleşme, makineleşme, tüketmek isteyen kapitalist toplum yapısı ve küreselleşme olgusu dünyanın tekdüzeleşmesindeki temel faktörler iken bu kaybımızı geri kazanmak, yanlışın ilerleyişini durdurmak mümkün mü? Bauer, yeterli teknik ve estetik yeteneğe sahip, yaratıcı süreçlere değer veren ve sınırlarını zorlayan, yarattığı özdeğerin farkında olan bir sanat anlayışının bu hastalığın çaresi olduğu görüşünde. Ayrıca sanatın müzelerden çıkıp kamusal alanlarda da yer alması gerektiğini, okulların sanat ile beslenmesi ve gelecek nesillerin ufuklarının mutlaka doğa tarihi eğitimi ile genişletilmesi gerektiğini ifade ediyor.
Modern toplumun müphem durumlardan hoşlanmadığı ortada ve bu durumdan dolayı kimse suçlanamaz. Bazı meseleler gerçekten de müphemliğin yarattığı sisli ortamlarda çözümlenemez, iş yönetmek gibi. Bu sisi kaldırmak için işi takip eder, güvendiğimiz ekipler kurar, raporlama sistemleri oluşturur ve tecrübe ile öngörmeye çalışırız. Bazı meseleler de gerçekliğin keskin duvarları arasında özüne kavuşamaz, inanç gibi. İnancın ihtiyaç duyduğu özgürlüğü sağlayabilmek için ise tüketmek için değil, anlamak ve hissetmek için okumak gerekir.
Yüce dinimiz İslam’da hakikat Bir’dir. Buna rağmen Bauer kitabında dinimizin “Bir” olan hakikati ararken dahi müphemliği nasıl yücelttiğini, onunla birlikte yaşamanın yollarını geliştirdiğini ve çeşitliliğe ne derece hoşgörü gösterdiğini ifade ediyor. Nitekim hakikat “Bir” olsa dahi, onu farklı yollardan arayan insanın biricikliğini kaybetmemek önemli. Belki de geçmişte keşfedileni, bugün yeniden öğrenmemiz gerekiyor.
Kaynakça
(1) Bauer, T. (2019). Müphemlik Kültürü ve İslâm: Farklı bir İslam Tarihi İletişim Yayınları, ss.408.
(2) Bauer, T. (2022) Dünyanın Tekdüzeleşmesi – Müphemlik ve Çeşitlilik Kaybı Üzerine, Albaraka yayınları, ss.140.
(4) Soyal R.(2021). Müphemlik Kültürü ve İslam, Dini Araştırmalar Dergisi, c.1, s.2.
(5) Demirci K. ve Azzan M.Y.S (2018) Mezhep Çatışmalarının Sebepleri, Eskirşehir Osman Gazi Üniversitesi, c.5, s.9.
(6) Aydın, D. ve Uçman P.(2019) Türk Toplumunun Çalışma Yaşamı Karaktersitiklerinin Hofstede’nin Boyutları Çerçevesinde İncelenmesi, Management and Science Review, v.2, ıssue 2, s.131-151.
7) https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-ihtilafi-rahmettir-hadisini-aciklar-misiniz