21. Sayı / 2. Kısım
Kandilli Rasathanesi ve DAE, Bölgesel Deprem-Tsunami İzleme ve Değerlendirme Merkezi (BDTİM) Müdürü Doç. Dr. Doğan Kalafat anlatıyor:
DEPREM <> AFET
BİR DOĞAL OLAYI AFETE ÇEVİREN, TOPLUMLARDIR!
Röportaj: Atıl Ünal
Deprem...
Hepimizin hayatında çok önemli bir travma yaşattı.
Ancak bu ilk travma değil. Benim gibi bir çoğumuz 1999 depreminde de deprem bölgesinde kurtarma ve yardım çalışmalarına katıldı, bundan çok etkilendi ve depremi sonrasındaki senelerde hayatının önemli bir gündemi haline getirdi. Dönemin Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’nın deyimi ile “depremle birlikte yaşamayı öğrendik.”
Öyle sanmışız.
O dönem benim de bilfiil içerisinde bulunduğum bir projede Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları, “Deprem” adlı bir oyun ile konuya gerekli ehemmiyeti vermediğimizi, alınan önlemlerin deprem sonrasına yönelik olduğunu anlatmaya çalışan bir belgesel tiyatro oyunu yazdı. Tüm Kandilli hocalarına oynadık oyunu, turnelere çıktık, deprem bölgesine gittik. Buna rağmen ben bugün fark ediyorum ki, Deprem 2009 itibari ile benim de gündemimden çıkmış.
Bu sebeplerle Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof. Dr. Doğan Kalafat ile röportaj yaparken soru sormak yerine onu dinlemeyi tercih ettim. Çünkü değerli hocalarımız senelerdir hep aynı ciddiyetle bu konuyu anlatıyor. Bizim ise söz söylemeden önce ilk olarak, sıcak gündemin yakıcılığı ile değil, soğukkanlı bir şekilde, uzun vadeli dersler çıkararak dinlemeye ihtiyacımız var.
Umarım siz de Doğan hocamızın basit ve sade anlatımını sakince ve sindire sindire okur, uzun vadeli dersler çıkarırsınız.
İyi okumalar
Röportaj: Atıl Ünal / Anlık Normal Dergi Genel Yayın Yönetmeni
Soru
Yaşadığımız son afet hepimizi çok etkiledi, ancak biz sizinle, bu psikoloji ile sürekli sorulan ilk akla gelen soruları değil, doğrusunu konuşmak istiyoruz. Deprem deyince siz nereden başlamak istersiniz?
Önce şunu belirtmek lazım; deprem bir doğa olayı. Karın yağması, yağmurun yağması gibi. Bir doğal olayı afete çeviren, toplumlardır. Maalesef bizim bulunduğumuz coğrafyadaki toplumlarda bu durum hakim; Akdeniz’in güneyinden Kuzey Afrika ülkelerinden başlayın İran, Afganistan'a kadar uzanan bir şerit bu. Depremler dışındaki afetler, seller, aşırı yağmurlar, taşkınlar da bu şeritteki toplumları etkiliyor. Tabi ki depremin etkisi çok daha fazla oluyor.
Türkiye bu coğrafyada deprem tehlikesinin en yüksek olduğu ülkelerden bir tanesi. Bir tanesi Yunanistan, diğeri de İtalya'dır. Doğumuza geçtiğimizde özellikle Arap ülkelerinde bu kadar büyük deprem ve aktivite göremezsiniz. Özellikle Doğu Akdeniz'in en önemli coğrafyasında yer alan ülkemizde depremler hep olmuştur. Üç kuşaktan bir tanesi muhakkak bir büyük depremle sınanmıştır.
Sıkıntılarımızın en önemlisi şu, biz depremi aslında biliyoruz, ama bunu bir kültür haline getirememişiz. Mesela anaokuluna giden bir Japon çocuğun sırt çantasında muhakkak bir şemsiye bulunur. Çünkü onlar aileleri tarafından meteorolojik koşullara göre bilinçli bir şekilde eğitilirler. Tüm doğa olayları için bu şekilde eğitilirler, depremler konusunda da. Japonya'da bizde olan depremin on katı oluyor. Bizde yılda 16.000 deprem oluyorsa Japonya'da 160.000 deprem oluyor. Bu arada Türkiye’deki depremlerin %99’u sığ odaklı, hepsi 5-10 kilometre derinlikte, yüzeye yakın. Bundan dolayı bunların tahrip gücü çok fazla. Japonyada’ki depremler ise 60-600 kilometre derinlikte.
Ben kırk yıldır bu işin içerisindeyim. Mesleki yaşantının büyük bir kısmı sismolojiyle ilişkili idarecilikle geçti. Hep depremlerin içerisinde oldum. Bir kalp cerrahı düşünün, sürekli ameliyat yapar, günde beş, altı, yedi ameliyat yapar. Beni de öyle düşünün. Ben de binlerce depremin, yer altındaki olayların hepsinin analizini kendim bizzat yaparım. Dolayısıyla mesleki açıdan hakikaten önemli bir deneyimim var. Yalnızca mesela 17 Ağustos ve 12 Kasım'da değerlendirdiğim deprem sayısı 20.000’dir. Dolayısıyla bu konuda kendimi hakikaten şanslı ve tecrübeli sayıyorum. Meslek hayatımda 6 ve 7’nin üzerinde çok fazla deprem gördüm. Bu önemli bir tecrübedir, ama şunu da söylemeliyim; Her depremde ben yeni bir şey öğreniyorum.
Benim bunca deneyime rağmen, sismolojiyle alakalı halen bir nokta kadar bilgim var, yalnızca bir nokta kadar. Çünkü uğraştığımız olay 4 milyon, 7 milyon yaşındaki olaylar. Bir insanın ömrü bu kadar büyük doğa olaylarını açıklamak için yeterli olmuyor. Her depremde yeni bir şey öğreniyorsunuz. Bir depremin karakteri diğerine uymuyor. Öğrendiğimiz çok şey var ama halen diyorum ki bir nokta kadar bilgim yok.
Ben kendimi hiçbir zaman bir deprem uzmanı diye tanıtmam. Çünkü deprem uzmanlığı çok farklı bir kavramdır. Deprem multidisipliner bir olay, içinde sosyolojisi var, ekonomisi var, psikolojisi var, inşaatı var, deprem mühendisliği var, jeolojisi var, sismolojisi var. O kadar geniş bir kavram ki, bir insanın deprem uzmanı olması söz konusu olamaz. Mümkün değil böyle bir şey.
Aslında Türkiye doğal afetler, ağırlıklı olarak da depremler için laboratuvar. Hatta dünyadaki en büyük laboratuvarlarından bir tanesi. O yüzden de bütün dünya bilim insanları tarafından da merakla izleniyor. Çünkü burada tektonik olayların hepsini görüyoruz. Mesela dünyadaki tektonik yapılarda bizim fay diye tabir ettiğimiz kırıkların çalışma prensipleri, Batı Anadolu'da gördüğümüz Gediz Büyük Menderes havzalarını yaratan o çöküntü havzaları ve depremler. Levha sınırları boyunca, ağırlıklı olarak Arabistan levhası sınırınca Van'da gördüğümüz, Lice'de, Diyarbakır'da gördüğümüz depremler gibi bindirime kaynaklı olanlar. Veyahut da işte Anadolu bloğunu sınırlayan Doğu Anadolu fayı ve Kuzey Anadolu fayının yanal doğrultu atılma faylarının olması. Bütün bunların bir arada burada var olması nedeniyle bizim coğrafyamız, tektonik olayların çözümüyle ilişkili bilimsel ağırlıklı çalışmaların yapılmasına da katkı sağlıyor aslında.
Türkiye bir laboratuvar gibi olduğu için ben Türkiye depremlerini de bizzat gördüğüm için, rahat yorumlayabiliyorum. Bu sayede, uzun süren çalışmaların ardından Türkiye’de deprem oluş düzenlerini ortaya koydum. Türkiye'de her yörenin kendine has bir deprem oluş düzeni var.
- Örneğin Kuzey Anadolu fay zonunda veya Doğu Anadolu fay zonunda olan depremlerin karakteristiği şöyle; Enerjisini uzun yıllar biriktiriyor, ondan sonra bir ana şokla enerji çıkıyor. Ondan sonra da artçılar oluyor. Artçılar her büyük deprem sonrasında olan fiziki olaylar. Çünkü bir büyük depremle kırığın tüm enerjisi boşalmıyor. Çok az bir kısmı %5-7’lik bir kısmı kırılmıyor. O kırılmayan kısım artçılarla enerjisini tamamen boşaltıyor.
- Bir diğer deprem oluş düzeni; Öncü şok, ana şok, artçı şok şeklinde. Bunu en iyi 1995 Dinar depreminde gördük. Dinar depreminde bir haftalık 4.5, 4.6, 4.7, 4.8 ve bir anda kitleniyor 6.1. Sonra birkaç saat arayla artçılar meydana geliyor.
- Veyahut Batı Anadolu'da Savaştepe, Bigadiç civarında deprem fırtınası şeklinde bir deprem oluş düzeni mevcuttur. Bu düzende de bir kubbe düşünün. Bir haftalık bir dönem düşünelim. Pazartesi depremler başlıyor. Yüz, yüz elli tane deprem oluyor. Bunların çoğu hissedilmiyor. Yalnızca birkaç tanesi insanlar tarafından hissediliyor. Çarşamba günü beş civarı bir deprem oluyor. Ana şok. Ondan sonra tekrar düşük şiddette birçok deprem oluyor. Hepsi bir hafta içinde bitiyor. Yani hiçbir zaman çok büyük bir deprem olmuyor ama bir hafta içerisinde beş yüze yakın deprem oluyor. Bunların bir kısmı vatandaşlar tarafından hissediliyor ama büyük bir kısmı hissedilmiyor. Bunun adı deprem fırtınası
- Bunun dışında bir de deprem serisi de, deprem kümesi diye tabir ettiğimiz şey. Bu da aslında içerisinde beş altı tane deprem fırtınası barındıran bir olgu. Ana fay zonlarında görülmeyen, tarihi ikincil fay zonlarında görülen bir deprem oluş düzeni. Ankara Bala, Simav, Seferihisar, Çanakkale Ayvacık depremlerini buna örnek olarak görebiliriz. Mesela Çanakkale, Ayvacık'ta en az dört beş tane beşin üzerinde deprem var. Bunların her biri aslında mekanik olarak birbirine bağlı farklı parçalar. Bu farklı parçaların bir tanesi kırılıyor. Bunun artçıları olurken diğerine biraz enerji transfer ediyor. Dolayısıyla yeni fayda deprem olma olasılığını öne çekiyor. O da kırılıyor, sonra sıra diğerine geliyor. Kaç tane parça varsa bu parçaların uzunluğuna bağlı olarak beş altı tane parça art arda belki beş ay belki dört ay sürecek şekilde kırılıyor. Önemli bir deprem aktivitesine neden oluyor ve deprem serisi tamamlanıyor.
Soru
Depremlerin sebebi, sistematiği, nerelerde olacağı ile ilgili tespitler bilimsel olarak ne zamandan beri yapılıyor?
Depremleri tektonik levhaların hareketine bağlıyoruz kuram olarak. Büyük tektonik levhaların sınırlarında yoğunlaştıklarını görüyoruz. Özellikle okyanus tavanında oluyorlar. Avustralya, Yeni Zelanda'nın önünden geçip, Alp Himalaya kuşağı dediğimiz bizim de üzerinde bulunduğumuz coğrafyada, Nepal, Afganistan gibi. Birçok benzer harita görmüşsünüzdür.
Özellikle son yüzyılda ortaya konulmuş sismolojik çalışmalarda, deprem algılama sistemlerinin teknolojik olarak yenilenmesiyle birlikte, depremlerin ağırlıklı olarak belli yerlerde olduğu ve belli yerlerde olmadığı gözlenmiş. Bunların tamamı bilimsel olarak ortaya konulmuş durumda.
2. Dünya Savaşı sonrasında nükleer silah faaliyetlerini tespit etmek amacı ile, yer altındaki patlama denemelerini gözlemlemek için dünya çapında otuzun üzerinde sismik ağ kuruluyor. Esas amacı nükleer patlatmaların izlenmesi olmasına rağmen, bu sismik ağlar bir süre sonra özellikle 5.5’in üzerindeki depremlerin yer kürenin belirli yerlerine odaklandığını tespit ediyor.
Türkiye’nin bu büyüklükte depremler üreten bir coğrafyada yer aldığı, bilimsel olarak ne zamandan beri biliniyor?
1939 Erzincan Depremi sonrasında Kuzey Anadolu Fayı'nda sistematik olmayan ama batıya doğru yarı-sistematik bir şekilde büyük depremlerin göçünü görüyoruz; 1940’lı yıllar, 50’li yıllar, 1967 Adapazarı depremi ve daha sonra 99 depremleriyle. Dolayısıyla Kuzey Anadolu Fayı'nın varlığı, daha sonra Doğu Anadolu Fayı'nın varlığı ve bu iki büyük fay zonu içerisindeki Anadolu bloğunun batıya ve güneybatıya doğru yılda iki 2,5 santimetre kaçış hareketi yaptığı tespit edildi.
Ağırlıklı olarak da 80’li yıllardan sonra uydu konum belirleme sistemleri dediğimiz GPS'lerin devreye girmesi ile sismolojik çalışmalarda yer kabuğunun hareketlerinin takibinde çok önemli bir bilim dalı oluyor jeodezi. Yer kabuğu deformasyonlarının yıllık bazda hızlarının ölçülmesi ve hareket doğrultularının ortaya konulmasında çok önemli bir katkısı oluyor. Bu fay zonlarında büyük depremlerin olma risklerini ortaya konuyor.
Soru
O zaman biz şunu söyleyebiliriz; Cumhuriyet’in ilk yılları bilgi, birikim, fırsat, ekonomik durum nedeni ile dışarıda bırakır isek, GPS teknolojisi gibi teknolojilerin de hayatımıza girmesi ile, 1980’lerin sonundan itibaren, öngörememek gibi bir bahanemiz olamaz.
Evet tabi ki söyleyebiliriz. Çünkü örneğin mesela 1939 depremi sonrasında tüm şehir yıkılıyor. 30.000 can kaybımız var. Daha sonra şehir yeniden imara açılıyor, yapılanıyor. Şehir o kadar muntazam kuruluyor ki. Bir kere bitişik nizam yok. Çok katlı bina yok. Son derece depreme uygun ve yaygın bir yapılaşma. Olası bir depremde, hasar görse bile en azından yıkım, pestil olmayacak, insanlara mezar olmayacak şekilde bir yapılanma oluşuyor.
Fakat zaman içerisinde depremin etkisi unutuluyor. İşte afet kültürümüzün olmamasının nedeni bu, yani kuşaktan kuşağa bu afetlerle ilişkili bir aktarımımız yok. Dolayısıyla, şehir çarpık yapılaşmaya başlıyor. Devasa bloklar yapılmaya başlıyor. Çok katlı binalar yapılıyor, hantal binalar yapılıyor. İmar aflarının verdiği avantajla birçok kat çıkılıyor. Normalde çıkılmaması gereken şekilde, taşıyıcı sistemi buna uygun olmayan binaların üstüne 2 kat, 3 kat, yani 200 ton, 300 ton ekstra yük konuyor. Derken şehir 6.8’lik 1992 Erzincan depreminde 1939’da olduğu gibi yine yıkılıyor.
Bunun sorumlusu kim? Biziz. Çünkü neden? Biz 1939 depreminden bir ders çıkarmamışız. O depremden sonra buralarda yine aynı şekilde depremler olacağı bilincini, bir afet kültürü olarak toplumumuza veya ailemize vermemişiz. Bu kuşaktan kuşağa geçmemiş. Dolayısıyla biz enkaz altında kalıyoruz ve yaptığımız depreme dayanıksız bu binalar bizim mezarımız oluyor.
6 Şubat depreminde yıkılan binalara dikkat ederseniz, sözde betonarme diye görüyorsunuz değil mi? O koca koca güzel güzel binalar. Halbuki içine eğilip baktığınızda, bir kere kullanılan beton, beton değil. Çok fazla demir kullanmış mesela bir tanesi, ama demiri sargılayacak mukavemette beton yok. Kaliteli beton yok. Un ufak olmuş. Mesela kolonlar taşıyıcı unsurlardır. Kolonlar çok zayıf. İkamet ettiğiniz evlerin altı mobilya mağazası, büyük mağazalar, marketler olmuş. Bu bir Ortadoğu kültürü. Normalde insanların oturduğu konutların altında herhangi başka bir şey olmamalı. Yurt dışında gördüğümüz örnekler gibi toplu halde mağazaların dükkanların, marketlerin olduğu alanlar olmalı. Bu alanlar yalnızca halkın alışverişini yapabileceği ticari üniteler olmalı.
Dikkat ederseniz o büyük binaların yan yatan binalarda temel pabuç dediğimiz temele gömülü kısmı 3-4 metre bile yok. Üç metrelik temel mi olur? Deprem ivmesiyle o bina yatar, döner, burulur. Hatta zemin kötüyse birkaç kat içeri girer.
Her depremde hasar olabilir Bu beklenen bir şeydir. Ancak hiçbir zaman binalarımız pestil şeklinde bizim mezarımız olamaz. Olmamalıdır. Bu bizim kaderimiz değildir. Ben 15 sene önce Hatay'a gittiğimde Hatay, çok katlı olmayan, Asi Nehri'nin iki kenarında yerleşmiş gayet kendine has özellikleri olan bir şehirdi. Şimdi görüyoruz ki İstanbul'un bir benzeri bütün Anadolu'ya taşınmış.
Uzmanını bulunca sormadan edemeyeceğim bir soru var. Biz doğal afet açısından riskli olmayan yerlere yerleşmeye kalksak, yer sorunumuz var mı?
Hayır yok. Mesela birkaç yıl önce çarşambayı sel aldı. TOKİ binalarının bir kısmı da selin içinde kaldı. Neden? Türkü çağrılmış ya, “Çarşamba'yı sel aldı” diye. Siz aynı dere yatağının içerisine bu konutları yapamazsınız. Yaparsanız sonuçta doğa sizden, zoraki olarak ondan aldığınızı geri alır. Olmaz.
Bizde şöyle bir şey var; Boğaz manzarası göreyim, deniz manzarası göreyim, bir dere manzarası olsun. Maalesef işte böyle bir takıntımız var. Ben 5 kilometre uzaktan boğazı görsem ne olur, görmesem ne olur. Halbuki böyle bir kültürümüz olacağına depreme dayanıklı zeminlerde daha küçük konutlar, birbirine bitişik nizamda olmayan standart yapılarımız olabilir. Boyu çok uzun sivri bir bina ile, kısa 3-4 katlı bir yapı yan yana olmamalı. Çok uzun yapıların belli bir alanda toplanması gerekir. Bir bakıyorsunuz 15 katlı bir bina, yanında iki katlı bina. Bunlar tamamen insan hatasıyla oluşan şeyler.
1999 depremleri sonrasında, kısa da olsa bir bilinç oluştu toplumda. Mesela Anadolu'da o zaman hazır beton kullanımı yoktu. Yavaş yavaş kullanılmaya başladı, ama dediğim gibi bu insanlardaki hırs ve kar hırsı bir yerden sonra hemen devreye giriyor. Bizdeki müteahhit sayısı belki dünyadaki toplam müteahhit sayısından fazla olabilir. Herkese müteahhitlik yapma olasılığının tanınması, yapı denetim şirketlerinin kontrolünün tam manasıyla yapılmaması, müteahhit firmaların yapı denetim firmaları kurup kendi yapılarını denetlemesi gibi birçok iç içe girmiş hatalar zinciri var. Tüm bunlardan kurtulmak lazım.
İmar affı denen olayı gündemden çıkartmak lazım. Dünyada böyle bir şey yok. Yani parayı bastır, iki kat daha çık! İki kat daha açık ama sen onun taşıyıcı unsurlarını kaç kata göre yaptın? 5 kata göre yapıyorsun, sonra 3 kat daha çıkıyorsun. 300 yüz ton daha yük koyuyorsun üzerine. Dolayısıyla bu taşıyıcı unsurlar bu kadar yükü kaldıramaz. Bir yatay ivmede, deprem ivmesinde yıkılır. Bunu sıradan vatandaş da düşünebilir aslında. Suçlu ararsak hepimiz suçluyuz.
Soru
Beklediğimiz İstanbul depreminin bizi yıkacağı, şu an şu etrafımda gördüğüm binaların bir kısmının yıkılacağı o kadar belli ki. Bilimsel olarak, pandemiden daha net bir ispat edilebilecek bir durum bu.
Genelde büyük bir deprem olduktan sonra toplumda, depreme karşı bir odaklanma oluyor. Mesela belediyeler filan işte gelin burada bir konferans verin diyor. Gidiyoruz. İnanın ben bazen 1-2 kişiye seminer, konferans verdiğimi biliyorum. Düzenleyenler çok üzülüyorlar tabi ama bu bir gerçek. Toplum duyarsız. Deprem olduğunda bir fokuslanıyor, odaklanıyor ama ondan sonra unutuyor.
Beş yıldızlı oteller çöküyor. Bu ne demektir? AFAD binası hasar görüyor. Adıyaman Belediyesi yıkılıyor. Temelde bir problem var. Bu yapıların hastanelerin, kamu binalarının otellerin ağırlıklı olarak ayakta kalması lazım. Bunların çok iyi depreme dayanıklı olarak inşa edilmesi lazım. Biz Van depremi sonrasında ekip olarak bölgeye gittik. Bayram Otel'de hasar yok orada kalabilirsiniz dediler. Gittik. Kolonlar, sütunlar, ahşapla kaplanmış. Gayet güzel görünüyor, ama bu yapısal anlamda dayanıklı demek değil. Arkadaşlarıma dedim ki, yukarıya çıkın bir bakın bakalım, kolon kiriş bağlantılarında bir patlak filan var mı? Yukarı çıktılar ve kolon kiriş bağlantıları, etriyelerden patlamış. Biz orada kalmadık, gittik ücra bir yerde, bir petrol ofisinde tek katlı bir yer vardı, orada konakladık. Sonra Bayram Hotel çöktü ve altmış dört kişinin mezarı oldu. Oteller çok önemli, spor salonları çok önemli, hastaneler çok önemli, kamu binaları çok önemli. Kurumların ayakta kalması lazım.
Soru
Bu coğrafyada yaşadığımız sürece bu gerçekle yaşamak zorundayız. Devletten ve otoriteden ne beklememiz gerektiği de çok açık. Peki bize düşen nedir? Biz ne yapmalıyız vatandaş olarak?
Bu biraz toplumların sosyo-ekonomik yapısıyla da ilgili. Ben ne kadar size İstanbul'da vatandaşlarımız muhakkak depreme dayanıklı binalarda oturmalı, depreme dayanıksız binalarda ikamet etmemeli desem de bu gerçekçi değil. Neden? Çünkü toplumun büyük bir kısmı zaten ekonomik açıdan son derece zor günler yaşıyor. Dolayısıyla ev fiyatları, kiralar almış başını gitmiş. Vatandaş evinin depreme dayanıksız olduğunu biliyor, ama çaresiz. Yapabileceği bir şey yok. İşte çok kötü bir duygu aslında.
Keşke diyebilsek ki bütün vatandaşlarımız depreme dayanıklı binalarda otursunlar, evleri küçük olsun. Şehirden, denizden uzak olsun. Nehir görmesin, deniz görmesin ama muhakkak depreme dayanıklı binalarda otursunlar. Lüksü olmasın, balkonları çok fazla olmasın ama muhakkak depreme dayanıklı tasarımı olan binalarda otursunlar. Depremle mücadeledeki en önemli olgu budur. Eğer depreme dayanıklı binalarda ikamet etmezsek sonuç ortada.
Bu coğrafyada yaşayacaksak, bir yere gidecek bir durumumuz yok. Gidip de İsveç'te Norveç'te yaşayacak durumumuz da yok. Dolayısıyla bu coğrafyada deprem öncesi, anı ve sonrası neler yapıldığının bilincinde olmamız lazım.
Bir deprem olduğunda büyük bir olasılıkla elektrikler kesilecektir. Elektrikler kesildiğinde nasıl tahliye olacağız? Ailemizde bir aile afet planımız var mı? Kim nerede, nasıl buluşulacak, nasıl tahliye tahliye edeceğiz? Çıkarken neler yapacağız? Doğal gaz vanalarını kapatacağız, vesaire gibi. Eğer depremde benim evim yıkılacak, pestil olacak, çok kötü bir bina diyorsak bu yapılan önlemlerin hiçbirisinin bir anlamı yok. Öncelikle buna bakmalıyız. Sonrasında da yapısal ve yapısal olmayan önlemler. Deprem sonrası artçıların olacağı 1-1,5 yıllık dönemi planlamak gerekir.
Soru
İstanbul depremine gelelim mi? Marmara depremi daha doğrusu. Bölge bölge risk haritaları yayınlanıyor. Bunlara mı itibar etmeli? Yoksa her nerede olursanız olun evimizi kontrol etmemiz mi gerekiyor?
Bir kere Marmara'da deprem tehlikesinin fotoğrafı çekilmiş durumda. Bunda konuşulacak bir şey yok. Bu deprem olacak. Dolayısıyla zamanı iyi değerlendirmek lazım.
1999 depremleri sonrasında halen hasarlı olup da vatandaşın içinde yaşadığı evler var mesela. Buralar pilot bölge seçilerek, bu evlerden vatandaşlarımızın taşınmasının maliyeti sağlanmalı birinci olarak. İkinci olarak da, depremin etkileyeceği alan belli. Doğu batı doğrultulu ve sahil şeridi; bu sahil şeridinde olan yapılar ele alınmalı. Büyükşehir belediyesinin bu konuda bizim deprem mühendisliği ana bilim dalımızda birlikte yaptığı bir senaryo var. O senaryo dikkate alınırsa örneğin Bağcılar’ın %70’i 1999 öncesinde yapılmış. Çok fazla tekstil atölyesi var. Binalar çok kötü. Taşıyıcı unsurları çok zayıf. Dolayısıyla bunun gibi riskli alanlar pilot bölge seçilerek, bunların ıslahı, depreme dayanıklı hale getirilmesi sağlanmalı.
Soru
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Ben yıllardır bu alanda çalışıyorum. Depremleri açıklamakta bilim hala tam olarak yeterli olamıyor. Sismoloji, deprem bilimi, uydu konum belirleme, GPS, yer kabuğu deformasyonlarının hızları tek başına yeterli olmuyor. Doğa her zaman buna uymuyor. Mesela eğer doğa buna uysaydı 1995 depremi, 1992 Erzincan depremi olmazdı, Adana depremi olmazdı. Çünkü bakıyorsunuz aslında olmaması lazım, bir yerde yetersiz kalıyor bilim de. Çünkü doğa, özellikle deprem gibi kaotik bir olay. Çok kaotik bir olay.
Tabii ki muhakkak ve muhakkak bilim ışığından ayrılmayacağız. Yapmamız gereken ise bilimi efektif bir şekilde kullanarak bilinçli olmak, bu coğrafyada dirençli bir toplum haline gelebilmek ve depreme dayanıklı binalar inşa etmek.
Kandilli Rasathanesi ve DAE, Bölgesel Deprem-Tsunami İzleme ve Değerlendirme Merkezi (BDTİM) Müdürü Doç. Dr. Doğan Kalafat
26 Mayıs Van Erciş’te doğan Doğan Kalafat 1977 yılında İstanbul Üniversite Yer Bilimleri Fakültesi’nde Jeoloji bölümünden mezun oldu. 1988-1990 yılları arasında İstanbul Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve İdaresi Enstitüsü Deniz Jeolojisi ve Jeofiziği Anabilim Dalında Yüksek Lisansını tamamladı. Doktorasını ise 1990-1995 yılları arasında İstanbul Üniversitesi, Deniz Bilimleri ve İdaresi Enstitüsü, Deniz Jeolojisi ve Jeofiziği Anabilim Dalında yaptı.