22. Sayı / 2. Kısım
BİR FİLM OKUMASI
KURAK GÜNLER
OBRUKLAR İÇİNDE BİR POSTMODERN TÜRKİYE MANZARASI
Genel Yayın Yönetmenimiz Atıl Ünal yazdı
Öncelikle “Kurak Günler” ekibine teşekkür etmek istiyorum. Film bittiği anda tüketilen ve sonrasında hatırlanmayan filmler arasında bir nefes alma anı yarattıkları, sinemanın düşünsel gücünün Türkiye sinemasındaki varlığına katkıları için... Bu yüzden, filmin bana düşündürdüklerini paylaşmayı da kendime bir borç bildim. Umarım ekibin yaratmaya çalıştığını düşündüğüm düşünsel tartışmaya az da olsa bir katkım olur.
Sinematografik olarak da, yönetmen ve görüntü yönetmenine, uyguladıkları teknikleri sırf efekt olsun diye değil, anlatının gücünü arttırmak üzere kullandıkları için teşekkür ederim. Sinemanın olanaklarının anlatıyı güçlendirmek adına kullanılması maalesef Türk sinemasında çok sık rastlanan bir durum değil.
Tabii ki oyuncular, reji, prodüksiyon, müzik ve filmin yaşanılan tüm tartışmalara rağmen bizlerle buluşmasını sağlayan bütün ekibe de teşekkür ederim. Bu yazıyı bana yazdıran sebeplerden biri de, yaşanan tartışmaların verilen fonun senaryodaki LGBTİ+ iması nedeni ile geri alınmasına sıkışıp kalmasıdır. Bence filmin fonunun kesilmesinde rahatsızlık veren -karar vericiler kendisi de bunun farkında olmayabilir- filmin çektiği Türkiye fotoğrafıdır. Farkında olmadan çekilen bir fotoğrafımızı ilk gördüğümüzde beğenmez ve imha etmek isteriz ya, o şekilde.
Kurak Günler filmini bir Türkiye soyutlaması olarak okumaya çalışacağım. Karakterleri, tipleri, mekanları, simgeleri, metaforları ele almaya çalışacağım. Bu yazıdaki analizin, filmin yaratıcılarının amacına paralel olduğunu iddia etmiyorum. Ben, filmin bende yarattığı dramaturjik imgelemi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Önemli Not: Yazıyı buraya kadar okuduysanız ve henüz filmi izlemediyseniz, önce filmi izleyip sonra okumaya devam edin. Çünkü yazıyı kısa ve okunur kılmak için, filmi izlemiş olduğunuzu varsaydım ve filmin hikayesini tekrar etmedim. Umarım ne yazdığımı yeterince merak ettirmişimdir ve filmi izlersiniz. Mutlaka izleyin, ayırdığınız vakte değecek.
Obruklar
Film, “korkutucu ama aynı zamanda güzel” bir obruk tanımı ile açılıyor. Doğa karşısında aciz ve aynı zamanda doğaya hayran insanoğlu imgesi, toplumsal düzen karşısındaki aciz ve aynı zamanda ona hayran insanoğlu ile bir benzerlik taşıyor. Filmin başlangıcındaki bu sahne, arada yaşananlardan sonra finalde yeni bir obruğun başında biten toplumsal bir çıkmazla sonuçlanıyor. Obruklara daha sonra tekrar geleceğim. Bu aşamada sadece filmin bana sorduğu iki soruyu sizinle paylaşmak istiyorum;
Aciz miyiz gerçekten? Peki hayran mıyız?
Bir savcı, yeni atandığı kasabaya gelir.
Filmin Shining’e veya Fargo’ya selam duran giriş sahnesi görsel olarak çok etkileyici. Kurak bir coğrafyada bir hiçliğe doğru yapılan bir yolculuk. Bizi bu evrende olmayan bir mekâna götürüyor. Artık Türkiye’de veya dünyada olmayan bir kasabadayız.
Seyirci olarak biz de ana karakterimiz Savcı Emre ile beraber yolculuk ediyoruz. Bu vesile ile aslında biraz da ana karakterimiz ile özdeşleşiyoruz. Kasabayı ve kasabalıyı Emre’nin gözünden görmeye başlıyoruz. Kasaba sadece bir kasaba değil, filmin bizi içine çektiği kendine özgü bir toplum soyutlaması.
Kasaba...
Kasaba kuraklıkla mücadele ediyor. Kaynaklar tükeniyor. Seçimler yaklaşıyor. Seçim öncesi kuraklık konusu ve çözüm önerileri gündemde. Var olan Belediye Başkanı yine favori. Aslında favori olması dışında da bir şans yok gibi. Yozlaşmış düzende alternatifini düşünmek çok da mümkün değil. Başkan yeni gelen savcıyı da şemsiyesi altına almaya çalışıyor. Başkan, oğlu, hakim, komiser, tüm eşraf, hepsi halinden memnun. Kasaba, kendi kurulu düzeni içerisinde yaşayıp gidiyor. Ah şu obruklar da olmasa... Bir anlamda kader... Doğanın işine karışılmaz...
Kuraklık, kasabalının sürekli su kuyruğunda bekletecek, hayat kalitesini yok edecek kadar etkili. Kasabayı yöneten ekipte ise su sıkıntısı yok. Kasabadaki kuraklık ile obruklar arasında doğrudan bir ilişki var, ancak kasaba düzeni bu gerçeği kabul etmiyor.
Kasabalı...
Kasabanın bir düzeni var. Düzeni bozmaya yeltenenleri, çarkları içinde eriten bir düzen. Kasabalı da bu düzene ayak uydurmuş durumda. Herkes kendi rolünü oynuyor. Rolünü iyi oynayanın düzenin içinde yükselme şansı da var. “Adil” bir düzen yani. Rolünü iyi oynayamayan da hak ettiği yerde kalıyor, daha ne olsun. Buna rıza gösterdiğiniz sürece her şey yolunda.
Kuraklık ise bir gerçeklik. Obruklar da. Kasabalı için bunların ikisi de hakkında yapılacak çok da bir şey olmayan iki farklı olgu. Rıza gösterdikleri gerçeklik bu. Hatta kuraklık konusunda Başkan’ın verdiği vaatler de umutları oluyor. Obruklar ise zaten kasabanın dışında.
Obruklar ve kuraklık arasında bir bağlantı kurmak, düzen için en büyük tehdit.
Avcılar...
Kasaba düzeninin silahlı koruyucuları. Düzeni bozan herkese karşı gücün simgesi. Kasabalının ve hatta polis ve hukukun da üstünde bir güç. Düzeni bozan kim olursa olsun, avcıları karşısında buluyor. Düzen nasıl bozulur peki? Ezilen kasabalı isyan ederse, yolsuzluklar ortaya çıkarılırsa, tecavüz edilen kızın babası sesini çıkarırsa, bir gazeteci bunları haber yaparsa, bir savcı soruşturma açarsa...
Gazeteci...
Kurulan düzende gazeteciye gerek yok. Gazete adı altında düzen borazanlığı işlevini görenler varken, düzeni bozacak bir gazeteciye neden ihtiyaç olsun ki.
Bu durumda gazeteci olabilecek tek kişi, zaten düzenin içinde yer alamayacak biri olabilir. Zamanında düzenin seks kölesi olarak kullanılmış, hor görülen, kasabalının toplumsal etik kuralları nedeni ile sözünü dinlemeyeceği, inandırıcılığı kaybettirilmiş birisi. Zaten öyle olmasa çoktan yok olmuş olurdu. Zararsız bir meczup olarak varlığını sürdüren, sinmiş bir muhalefet.
Savcı Emre’nin gözünden...
Savcı karakteri, mesleği gereği hak, hukuk ve adaleti temsil etmekte. Hatta adalet arayışını. Dolayısı ile ilk andan itibaren kasabayı Emre’nin gözünden gördüğümüzde, “doğru görünmeyen” şeyler gözümüze takılmaya başlıyor.
Avcılar, avcıların kanun tanımazlığı, avcıların kamu kurumları ile olan akrabalıkları, devlet erkanının bu akrabalık ilişkilerine bakışı, kanunu uygulamaya çalıştığında karşısına çıkan toplumsal direniş, kendisi dışında herkesin bunu kanıksamış olması, bununla yetinmeyip onu da kendi taraflarına çekmeye çalışan babacan tavırları, onunla aynı fikirde olabilecek tek kişinin ayrıksılığı...
Savcının hikayesi kabaca şudur: Savcı, kasabaya geldiği ilk andan itibaren, filmin sonuna kadar, kasabadaki toplumsal yozlaşmışlığa tanıklık eder. İdealist bir adalet neferi olarak, bu yozlaşmaya karşı durur. Ancak kasaba savcıyı adalet kurumunun dışına çeker. Savcıyı toplumsal olarak çevreleyerek yozlaşmanın bir parçası haline getirir. Kasabanın tek muhalifi gazetecisi ise, yıllar sonra bulduğu tek müttefikini tanımaya çalışır. Tanıdıkça savcının idealizmini, saf ve samimi adalet arayışını keşfeder ve umutlanır. Kasabalının yozlaşma tuzağı ile idealizm arasında kalan savcı, geri adım atmadığı ve muhalefetle ittifak kurduğu anda, babacan kamu otoritesi ve kasabalılar tavır değiştirir. Cadı avı başlar. Finalde ise, kazanan yoktur. Yozlaşmış toplumda sonuç ölüm çıkmazıdır. Yozlaşmış da olsa düzen, düzeni bozanları yutup, yoluna devam edecektir.
Erkek Emre’nin gözünden...
Emre bir savcıdır, ancak aynı zamanda da bir erkektir. Kasabadaki erkekler gibi, ama değil. Filmin yapım aşamasında aldığı devlet desteğinin kesilmesine sebep olan, Emre karakterinin cinsel tercihi oldu. Filmde Emre ve gazeteci Murat’ın gay ilişkisini gündeme alan sahneler mevcut ve ülkemizde LGBTİ+ tartışması bir tabu haline getirilmiş durumda. Filmin tartışmaya çalıştığı şey ise, işin cinsellik boyutu değil. Desteğin kesilmesi tartışmasının filmin LGBTİ+ filmi olarak kodlanmasına ve bence esas değerli tartışmanın göz ardı edilmesine sebep olduğunu düşünüyorum. Kim bilir belki de bu yüzden konu buraya çekilmiştir.
Kasabadaki erkekler şu şekilde tanımlanabilir; avcılar, bürokrasi, sakinler ve meczuplar. Avcılar erki elinde bulunduranlar. Bürokrasi, kasabadaki gerçekliğin adına düzen denmesini sağlayanlar, bir yandan kural koyucular bir yandan emir kulları. Aralarında avcılığa yükselmeye çalışanlar da var, sakinlerden olan da. Sakinler ise adı üstünde düzene rıza gösterenler. Meczuplar ise geçerli mazeretleri nedeni ile düzen dışı olan, sözüne itimat edilmeyenler. Kadınlar mı? Kasabada kadın yok! Hakime hanım dahil olmak üzere hepsi erkek. Belki Pekmez. O da meczup ama, yarım akıllı, o yüzden kadın sayılmaz. Düzen, erkek olmayı gerektiriyor. Erkek gibi kadın Hakime hanım!
Emre ise, aklı ile ortaklık kurduğu Murat ile beraber, erkek olmayı reddediyor. Reddetmekten de korkuyor. Çünkü düzenin meczup tanımında erkek olmamak gay olmak olarak kodlanmış durumda. Sorgulayan adalet kurumu adına gereğini yapmaya çalıştıkça, adalet peşinde koştukça, erkeklikten çıkıyor.
Murat ise tam tersi. Murat çocukluğunda fiili olarak erkeklikten çıkarılmış, köleleştirilmiş. Bir köle erkek olamaz zaten, o yüzden fiili olarak kadınlaştırılmış. Düzen ona bunu yapmış. O nedenle de düzeni sorgulayabilmiş, çünkü düzene rıza gösterse de düzenin içinde bir yeri yok. Bu düzende kadının bir yeri yok. Murat bu düzende meczupluk ile kadınlık arasında bir yerde sıkışmış. Kabul görebilmek için meczupluk kisvesinin altına sığınmış bir kadın.
Erkek Emre ise, meczup olmaktan da korkuyor, kadın olmaktan da...
LGBTİ+ tartışması da işte buradan çıkıyor. Düzen erkeklerin bu kadınlığına “ibnelik” diyor. Çünkü erkeklik tanımını cinsel kimlik olmaktan çıkarmış durumda. Kadının zaten adı yok. Erkek olmamak düzenin dışında olmak demek. Emre’nin korktuğu da bu.
Avcıların avcısı Savcısı Emre...
Erkek Emre, kasabaya gelmeden önce kendi yankı odasında yaşamış. Kasabının kalıplarından habersiz, ya da habersiz olduğunu sanıyor. Biliyor ama deneyimlememiş. Bürokratların düzenin sahibi ve uygulayıcısı olduğunu sanıyor. Savcı olarak avcıların avcısı olduğunu sanıyor. Avlamaya başlıyor, ancak avcılar ve emrindeki bürokratlar önce onu doğru yola çekmeye çalışıyor, Emre direnince de meczup veya ibne olmakla tehdit ediyorlar. İki türlüsü de düzenin dışına atılmak demek.
Emre, Murat ile beraber, aslında biraz da Murat’ın yönlendirmesi ve cesaret vermesi ile üçüncü bir yol arıyor. Düzenin dışına çıkmak.
Kasabadan kaçmak...
Kasabadan kaçmak aslında bir metafor. Kaçabilecekleri çok da bir yer yok, çünkü düzen kasabaya özgü değil. Kasaba Emre’nin gerçeklikle ilk yüzleştiği yer. Bu sebeple ondan kaçmaya çalışıyor, ama mümkün değil.
Murat içinse Emre, meczupluk kıskacından kurtulabilme umudu. Emre’nin peşinden gittiği anda, sonu nereye varırsa varsın, düzenin dışına çıkmış olacak.
Peki kaçtıklarında nereye varıyorlar...
Avcıların Sonu...
Avcılar kovalamaya devam ediyor. Düzeni korumak için kovalamak zorundalar. Düzenin devamını sağlamak her şeyden önemli. Artık bazı sınırlar aşılmış, geri dönüş zamanı çoktan geçmiş durumda. Dolayısı ile bir ara yol yok. Kaçanı kovalamak zorundalar. Kendi çıkmazlarının içindeler. Kovalamaca nereye varırsa varsın. Düzenin dışına çıkma ihtimali veya korkusu hiç yok. Hatta bu krizlerden zevk de alıyorlar.
Sonunda vardıkları yerde ise Murat da yok, Emre de. Düzen de yok. Erkeklik de. Hiçbir şey yok. Kocaman bir boşluk.
Obruklar: Düzenin içinde oluşan kocaman kocaman boşluklar
Obruklar, “korkutucu, ama aynı zamanda güzel.”
Deprem gibi, sel gibi, doğal bir olay. Allah’ın takdiri, çok da yapacak bir şey yok.
Erkeklik gibi, anane gibi, kültür gibi, kurulu düzen gibi.
Düzeni tehdit edenlerin kaderi belli.
Bir yandan da obruklar artıyor.
Sonuçta, düzeni tehdit edenlerle, düzenin arasında o kadar büyük bir ayrışma yaşanıyor ki, avcılar tehdidi yok etmek için bile olsa, Emre ve Murat’a temas edemez hale geliyor. Toplumsal ayrışma, kutuplar arasındaki iletişimsizlik, dokunamama noktasına varıyor. Linç edilmek üzere kıstırıldıkları evden çıkıp, kasaba sakinlerinin arasından geçerken onlara dokunulmaması da buna bir sembolik gönderme. Kutuplaşma birbirine linç için bile olsa temas edememe noktasına ulaşmış durumda.
Avcıların Emre ve Murat’ı fenerlerle karanlıkta kovaladığı sahne, sinematografik açıdan, çok etkileyici bir kovalamaca sahnesi. Avcıların ritüeline tanıklık ediyoruz, bir zafer dansı gibi. Ancak obruklar, düzenin içinde oluşan kocaman boşluklar, ritüeli bozuyor. Obruklar, düzeni bozmuş durumda, artık avcıların o boşlukları görmezden gelme şansı yok. Kimsenin dokunamadığı avcılardan birini obruklara kurban verdiler bile.
Filmi kim izliyor?
Filmin en önemli başarılarından biri, toplumsal kutuplaşmayı taraf olmadan anlatabilmesinde saklı. Benim filme dair duruşum, tabii ki savcı ve gazeteci tarafında pozisyon almak oldu. Kendini aydın bir kentli olarak tanımlayan herkes apriori olarak kendini hak, hukuk, adaletin tarafında tanımlıyor. Ancak Şahin ve Kemal tiplemelerinin sempatik halleri ile de bir anlığına özdeşleşiyorsunuz. Çünkü doğallar; günlük hayatımızda gördüğümüz, zaman zaman kendimizin de saptığı masum suçları var, beyaz yalanlarla yaşıyorlar. Kimse görmüyorken, yol da boşken kırmızı ışıkta geçmek gibi, ne kadar büyük bir kötülük olabilir ki bu.
Filmin fırsat verdiği birçok başka okuma mümkün. Benim için filmin önemi de burada zaten. Çünkü Emre, hem savcı hem birey hem erkek hem kadın, hem avcı hem av, hem suçlu hem mağdur, hepimiz gibi ve yine hepimiz gibi obruklara bakmıyor bile.
Obruklara bakmamak...
Film içinden çıktığımız seçim sürecinden çok çok önce yayınlandı. Buna rağmen seçmen davranışına dair çok önemli tespitleri içeren bir film olduğunu düşünüyorum. Siyasetçilerimizin, özellikle İç Anadolu Bölgesi olmak üzere, taşradaki ruh hali ve oy tercihlerini anlamak için izlemesi gereken bir film.
Yazının başında söylediğim gibi, doğa karşısında aciz ve aynı zamanda doğaya hayran insanoğlu imgesi, toplumsal düzen karşısındaki aciz ve aynı zamanda ona hayran insanoğlu ile bir benzerlik taşıyor. Filmin başlangıcındaki obruk ile finaldeki obruk, toplumsal bir boşluğu sembolize ediyor.
İki soru sorarak başlamıştım. Tekrar etmek istiyorum.
Obruklar karşısında bu kadar aciz miyiz gerçekten? Peki hayran mıyız?
Bu sorunun cevabını ben vermeyeceğim. Herkesin kendince bir cevabı olacaktır. Önemli olan bu soruların sorulmuş olması. Kurak Günler film ekibine bu sorular için tekrar teşekkür ederim. Cevaplar için bizlerin, izleyicilerin ve okuyucuların biraz çalışması lazım.