7. Sayı / 4. Kısım
İyi Bir Hukukçu Nasıl Olunur?
Avukat Yunus Emre Berk yazdı.
Meslekte 20 yılını tamamlamış –yurt içinde ve dışında çeşitli sektörlerde çalışmış, hem şirketlere içeride avukat olarak, hem de dışarıdan serbest avukat olarak hizmet veren– bir hukukçu olarak, bu sorunun cevabını kendi bakış açımdan vermek istiyorum. Bunlar tamamen benim yaşam yolculuğumun çıktıları ve mesleki deneyimlerim neticesindeki varlık okumalarımdır; dolayısıyla da doğruluğunu ve değişmezliğini asla savunmuyorum. Bu konuda sizlerin görüş ve düşüncelerine de sonsuz saygı duyuyorum.
Türk Medeni Kanunun birinci maddesi “Kanun lâfzıyla ve ruhuyla mer’idir...” yani yasanın yalnız sözünün değil ruhunun da yürürlükte olduğunu söylerken, gerçek hayatta böyle olmadığı görmek...
Üniversitede bize ilk sınıfta, temel başlangıç hukuk bilgisinin yanında okuttukları ilk ciddi ders Roma Hukuku’ydu. Latince terimlerle hukuka havalı bir giriş yapmış ve Roma hukukunun temellerini ve adaleti nasıl tecelli ettirdiklerini bir nefeste öğrenmiştik. Akabinde yine o zamanlar avukatlıkta eski Türkçe ve Arapça/Farsça kökenli kelimeler öğrenmenin de çok “cool” olduğu dönemler olduğu için, Roma Hukukuyla birlikte Türk Hukuku’ndan da “müteselsilen” yani tam Türkçesi olmasa da “zincirleme- bağdaşık” sorumlu olmaya başlamıştık. Bu arada da artık yıllar geçiyor ve üst sınıflara geçtikte de yavaş yavaş yasaların “De facto” ve “Ipso Jure”si arasında ki farkı, yani yazılan teorik hukukla, uygulanan pratik hukuk arasındaki farkı anlamaya başlamıştık.
Türk Medeni Kanunun birinci maddesi “Kanun lâfzıyla ve ruhuyla mer’idir...” yani yasanın yalnız sözünün değil ruhunun da yürürlükte olduğunu söylerken, gerçek hayatta böyle olmadığı görmek; 3. Sınıfa geldiğimizde, yasa gereği bir kamu mesleği olan avukatlığı nasıl “iyi” yapacağımıza dair bizi derin düşüncelere itmeye başlamıştı bile. Derken okulu 4 yılda bitirebilen şanslı azınlıktan biri olarak, hem 6 aylık mahkeme hem de 6 aylık avukatlık stajımı hakkıyla, her gününe devam ederek tamamlayıp, avukat olmaya hak kaz kazanmıştım. Şanslı bir azınlık olarak özel bir lisede (her ne kadar kısmi burslu da olsam) İngilizce eğitim almış olmam nedeni ile, 2000 yılında mesleğe yabancı dil avantajıyla başlamış, azimli, inançlı ve kendine güveni tam bir genç adam olsam da, “iyi” bir hukukçu nasıl olacağımı halen bilemiyordum.
İngiltere’de, okulumun da dahil olduğu hukuk kütüphanesine gittiğimde (bir sokağın başından sonuna dek) ilk haftamı sadece “nasıl kütüphane kullanılır” ve “aradığım kitabı nasıl bulurum”a harcadım.
Zaman malumunuz, andan ibaret ve su gibi akıp geçiyor. Ben birçok hukuk bürosunda, şirketlerde ve en son olarak da kendim serbest avukatlık yaparak, girdisiyle çıktısıyla meslekte 20 yılımı tamamladım. Şansımı kendim yarattım ve çalışarak biriktirdiğim parayla, yaklaşık 6 yılımı, alanımda (e-ticaret ve bilişim hukuku) yurt dışında yüksek lisans yapıp, çalışarak ve tabi ki yaşayarak geçirdim. Bu bana, en eski yazılı hukuk metinlerinden birinin –Magna Carta-1215, aslını kendi gözümle British Library’de gördüm– ana vatanı olan İngiltere’de bir çok şeyi bizzat görme fırsatı verdi.
Aslında yazılı hukuk sistemi olmayan (Anglo-Amerikan Common Law System) ve ekonomisi farklı kültürleri kendi potasında eritmek üzerine kurulu bir ülkede, hukukun herkese (Kraliçe dahil) nasıl eşit bir şekilde uygulandığını deneyimleme fırsatım oldu. İngiltere’de, okulumun da dahil olduğu hukuk kütüphanesine gittiğimde (bir sokağın başından sonuna dek) ilk haftamı sadece “nasıl kütüphane kullanılır” ve “aradığım kitabı nasıl bulurum”a harcadım.
Aslında İngiltere’de “barrister” olarak avukatlığa başlamak, toplamda stajlarla birlikte 10 yılı yakın bir zaman alıyor.
Hukuk eğitimi açısından da ciddi farklar görmedim değil. İngiltere’de hukuk eğitimi, önceden okumuş olduğunuz 4 yıllık bir üniversite üzerine 1 yıllık ayrı bir eğitim ile devam ediyor. Bunun sonunda da bizdeki gibi, avukatlık stajı yapmaya hak kazanıyorsunuz. 2 yıl bir avukatın yanında staj yaptıktan sonra baro sınavını geçerek “solicitor” yani avukat olmaya hak kazanıyorsunuz. İş bununla da bitmiyor, eğer siz bir üst kademe avukatlık olan “barrister” olmak isterseniz, bunun için yine ek eğitimler alarak bir sınava daha giriyor ve kazanırsanız bir “barrister”ın yanında 2 sene daha geçiyorsunuz. Yani aslında “barrister” olarak avukatlığa başlamak toplamda stajlarla birlikte 10 yılı yakın bir zaman alıyor.
Doktorluk eğitiminden bile daha uzun gördüğünüz gibi; zira “barrister”lar ve hatta bunların da bir üst sınıfı olan QC’ler (Queens’ Council) gerçekten insanların hayatını ve toplumun gidişatını ciddi derecede etkileyecek davalara girerek, yazılmış bir yasaya bağlı olmayan, iç hukukun yazılı emsallerini oluşturuyorlar. Bir anlamda her dava ile, halkın hukukunu yazıyorlar.
Barrister’ların tarihi tapınak şövalyeleri zamanına dek dayanıyor. Son Haçlı seferlerinden bozgun ile dönen İngiliz Şövalyeler, idam edilmemek ya da en azından adil yargılanmak istedikleri için avukat talebinde bulunuyorlar.
Aslında barrister’ların –yani kıdemli avukatların diyelim bundan sonra Türkçe kullanmak adına– tarihi tapınak şövalyeleri zamanına dek dayanıyor. Son Haçlı seferlerinden bozgun ile dönen İngiliz Şövalyeler, Fransa’da yenilginin sebebi olarak görülen muadilleri gibi idam edilmemek, ya da en azından adil yargılanmak istedikleri için avukat talebinde bulunuyorlar. Uzun süren yargılamalar neticesinde, İngiliz şövalyeler idam edilmekten kurtuluyor ve şu an Londra’nın oldukça merkezinde bulunan “Lincoln’s Inn” bölgesinde bir alana “sürgün” edilerek, birkaç kilometre karelik alan içine hapsediliyorlar. Canlarını kurtardıklarına çok sevinen İngiliz Şövalyeler, kendilerine bırakılan bu topraklarda, kendileri öldükten sonra, onları kurtaran avukatların yaşamasını istediklerini belirtiyorlar. İngilizler, Şövalyelere haksızlık yapıldığını düşünmüş olmalı ki, bu bölgeyi avukatlara, hatta “barrister”lara tahsis ediyorlar. Bugün bile gittiğinizde halen o bölgede çokça “barrister chamber” yani “barrister locası-avukatlık ofisi” görürsünüz. Hatta birçok filme konu olan “Knight’s Templar” kilisesi de yine aynı bölgededir.
Tüm mahkeme salonlarında yazan “Adalet mülkün temelidir” ibaresi, adaletiyle nam salan Halife Hz. Ömer’in sözüdür. Nizam’ül Mülk’ün adı “devlet düzenidir. Atatürk’ün sık sık bu sözlerle konuşmasına başlar.
Biz dilerseniz artık lafı çok da uzatmadan İngilizlerin arkaik hukuk hikayelerini bir kenara bırakıp, Haçlı seferleri üzerinden kendi Atalarımızın hukuk ve adalet anlayışına da biraz bakalım ve asıl iletmek istediğim mesaja doğru ilerleyelim. Aslında bugün tüm mahkeme salonlarında yazan “Adalet mülkün temelidir” ibaresinin, adaletiyle nam salan Halife Hz. Ömer’in sözü olduğunu, büyük Selçuklu Veziri Nizam’ül Mülk’ün adının “devlet düzeni” olduğunu, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün de sık sık bu sözlerle konuşmasına başladığını ve yeni Türkiye’yi bu temeller üzerine kurduğunu; kısacası kendi tarihimizde ve özümüzde de bu hassas adalet anlayışının var olduğunu unutuyoruz. Bu büyük vezir Nizam’ül Mülk adaletiyle ve devlet yönetimindeki hakkaniyetli davranışlarıyla; Türk devletlerinde, özellikle de Anadolu Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk birkaç yüzyılına hakim olacak yönetim sisteminin temellerini atmıştır.
Evliyalar, sultanların başı sıkıştığında dualarını aldıkları din adamları değil, siyasi ve ahlaki olarak üst düzey bilgisi olan kişiler, stratejik danışmanlardır.
Benim uzmanlığım tarih değil, aslında öğrendikçe ne kadar az şey bildiğimi ve hiçbir şeyin uzmanıyım dememeyi öğreniyorum; belki de öğrendiğim tek şey de bu. Neyse bu başka bir yazının konusu olur. Ancak benim asıl altını çizmek istediğim konu; özellikle Türk devletlerinde iyi bir yönetimin arkasında derin bir ruhsal eğitim ve ciddi bir “birlik” anlayışının olduğudur. Buna da topluca “Tasavvuf” denilebilir. Zira bana göre Tasavvuf; iyi insan olma ve aldığın nefesin hakkını vererek yaşama sanatıdır.
Türk devletlerinin tohumlarının atıldığı yüzyıllar olan 12, 13 ve 14. yüzyıllarda Anadolu’da yaşamış birçok Evliya’ya rastlarsınız; Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluş döneminde Muhyiddin İbn’ül Arabi’nin devlet adamlarının eğitiminde ciddi rol aldığını ve devamında da öğrencisi olan Sadreddin Konevi’nin yine devletin önemli kademelerinde hizmetler verdiğini görürüz. 13. Yüzyıla geldiğimizde ise Hz. Mevlana’nın, Yunus Emre gibi velilerin Sultanların en önemli danışmanları olduğunu görürsünüz. Burada başı sıkıştığında dualarını aldıkları din adamlarından değil, siyasi ve ahlaki olarak üst düzey bilgisi olan kişilerden, stratejik danışmanlardan bahsediyoruz.
Zira cihana hükmeden insanların, egolarına yenilmeden, hakkaniyetli ve eşitlikçi bir şekilde devleti yönetmeleri için bu yaşam üstatlarının dokuma tezgahlarından geçmeleri şarttı.
Somuncu Baba ile Yıldırım Beyazıt Han’dan da bahsetmemek olmaz. İlk yazılı Osmanlı Kanunnamesini hazırlatan İstanbul fatihi, Fatih Sultan Mehmet’e Akşemseddin ve Molla Gürani’nin kattıklarını da görmezden gelemeyiz. Adına Kanuni ekleten Sultan Süleyman Han’ın üzerinde Yahya Efendi’nin ve Merkez Efendi’nin emeklerini unutmayalım.
Hacı Bektaş, Hacı Bayram Veliler ve burada ismini zikretmediğimiz ancak her Türk devlet adamının yetişmesinde büyük katkısı olan nice velileri unutmayalım ve saygıyla buradan analım. Zira cihana hükmeden bu insanların, egolarına yenilmeden, hakkaniyetli ve eşitlikçi bir şekilde devleti yönetmeleri için bu yaşam üstatlarının dokuma tezgahlarından geçmeleri şarttı. Bu bahsettiğimiz kişiler dönemin yalnız din bilginleri değil, aynı zamanda her türlü bilimde ve irfanda en ileri seviyede bilgi sahibi kişileriydi.
Atatürk’e baktığımızda da; devlet yönetimini, bilime, adalete ve insana saygıya dayandırmıştır.
Örneğin İbn’ül Arabi; derin astronomi bilgisinin yanında belki de o güne kadar yazılmış en kompleks astroloji kitabını, tamamen bilimsel veriler ışığında yazıyor. Kuantum fiziğini, eşsiz bir varlık okuma sistemiyle tüm dünyaya anlatıyor. Bunun yanında tüm bu yüce ruhlu kişiler; yaratılmışı Yaradan’dan ötürü bir görüp, din, dil, ırk ayırmadan severek, yönetimi tamamen bilime, adalete ve insan ilişkilerini de sevgiye dayandırmışlardır. Anadolu’nun bu büyük ulvi yapısından beslenerek gelen bu devlet adamları da, devleti meşreplerine uygun bir şekilde yönetmişlerdir.
Atatürk’e baktığımızda da; devlet yönetimini, bilime, adalete ve insana saygıya dayandırmıştır. Belki kendi döneminde eski zamanlarda ki gibi veliler yoktu, ancak Atatürk kendi kültürel mirasına sahip çıkan, topraklarımızda yaşayan ve yaşamış olan tüm ırkları kucaklayacak bir sistem oturtmaya çalışmıştır. Ayrıca Atatürk’ü de etkileyen ve manen beslendiği çok önemli başka bir Mustafa daha vardı. Bu da ilkelerini ve yönetim şeklini yakından takip ederek, ilham aldığı, insani bir lider olan Hz. Muhammed’di.
Kamu yararına bir meslek olan avukatlığın, her türlü baskı ve etkiden uzak, yalnızca adaletin tecellisi için çalışan, özgür bir yapıda olması elzemdir.
Neyse bu yazıda dine ve siyasete girmek değil amacım; hatta yazdıklarımla kimseyi de gücendirmek ya da rencide etmek asla istemem. Bu sebepten tekrar ediyorum ki, bunlar benim şahsi görüşlerim olmakla birlikte, hepsinin tarihi gerçeklikleri ve dayanakları vardır. Dileyenlerle ayrıca özel olarak referans ve kaynak paylaşabilirim.
Her hukuk fakültesine Tasavvuf dersleri koyalım ya da hukuku dinin etkisinde bırakalım demiyorum, yanlış anlaşılmasın; herkesin inancı ve bunu yaşayışı kendinedir. Zira bir avukatın taşıması gereken en önemli özelliklerden biri de “tarafsızlık”tır. Kamu yararına bir meslek olan avukatlığın, her türlü baskı ve etkiden uzak, yalnızca adaletin tecellisi için çalışan, özgür bir yapıda olması elzemdir.
Avukatlar siyasi görüşlerine, dinlerine, hatta tuttukları takımlara göre bile ayrışmamalı, gruplaşmamalıdır.
Bu çerçevede, avukatlık; ne dinin, ne siyasetin ne de kişinin kendi şahsi kaprislerinin etkisinde kalamayacak kadar ciddi bir meslektir. Ancak burada İnsan olma ve Yaradılışı ayırmadan Bir görme sanatı olarak tanımladığım Tasavvufi etkiden de anlatmak istediğim tam da budur. Dine ya da siyasi görüşüne göre değil, bireyin insan olmasına bağlı olarak savunma hakkına sahip olmasıdır. İçindeki sevgiyle yaratılan her şeyi, “bir” ve eşit görmek demek; yaşama adaletli bakmak ve hakkaniyetli davranmak demektir.
Avukatlar siyasi görüşlerine, dinlerine, hatta tuttukları takımlara göre bile ayrışmamalı, gruplaşmamalıdır. Adaletin sağlanmasındaki olmazsa olmaz üçlü sac ayağının biri olan avukatların, ayrı görüşlerde bile olsalar, bu ayrılıkları avukatlık cübbesini giymeden, Baro ya da Mahkeme kapısında bırakmalıdır. Son dönemlerde Baroların bölünmesi ya da ayrılması gibi konuları biraz da bu perspektiften incelemek gerekir.
Sonuç olarak ben öğrendim ki, “iyi” hukukçu olmak için önce “iyi insan” olmak, hatta herhangi “iyi” bir şey olmak için iyi insan olmak gerekiyormuş. Peki iyi insan nasıl olunur derseniz de; bunun cevabı kendi içinizde. Kimse size iyi dedi diye iyi, kötü de dediği için kötü olmazsınız. Burada ölçüt insanın kendi vicdanıdır. Size kendinizi iyi hissettiren ve gönül ferahlığı veren, titreşimi yüksek her söz ve fiil; sizin için iyidir. İnanın bu herkes için geçerlidir.
Bilimsel olarak da bu böyledir; korku-nefret-öfke gibi negatif duygular ve bunlara bağlı aksiyonlar düşük titreşimde ölçümlenebilen enerjilerken; beğenme-takdir-neşe gibi duygulara bağlı sözlerin ve fiillerin titreşimleri ise son derece yüksek. İnsanın titreşimin yüksek olması ise, “iyi” olduğunun göstergesi; hem fiziken hem de ruhen. Unutmayalım ki, tüm hastalıkların hatta bazen kazaların bile sebebi ruhsal. Ruhen sağlıklı olan, bedenen de sıhhatte oluyor. Bu sebepten bizler iyi olursak, iç dünyamızı güzelleştirirsek, dış dünyamızda güzelleşecek ve iyilikler de bizi bulacaktır.
Sonuç olarak ben öğrendim ki, “iyi” hukukçu olmak için önce “iyi insan” olmak, hatta herhangi “iyi” bir şey olmak için iyi insan olmak gerekiyormuş.
İyi bir hukukçu oldum mu henüz bilmiyorum, ancak işimi elimden gelen en iyi ve olabildiğim kadar dürüst bir şekilde yapmaya çalışıyorum. En büyük uğraşım ya da duam bu mudur peki? Hayır, en büyük duam; iyi bir insan olma yolunda yürümek ve bu yoldan asla şaşmamak. Peki bu yolun pusulası ne derseniz de; bu da kendini bilmektir. Kendini bilen nefsini bilir. Nefsini bilen, kontrol eden de, her şeyin gelip geçici olduğu görür ve geçici hevesler adına asla bu yoldan şaşmaz.
Barolar bölünür, bölünmez, ne olur bilinmez. Ancak her ne olursa olsun, biz kendi içimizde Bir ve tam olduğumuz sürece, dıştaki bölünmeler bizi etkilemez. Kendimize adaletli davrandığımız ve kendimize hak gördüğümüzü, başkalarının da hakkı olarak gördüğümüz sürece sorun kalmaz.
Yaşam denen bu engebeli yolda yollarımızın kesişmesi ve birlikte nice güzelliklere yürümek dileğiyle. Saygı ve sevgilerimle...
Yunus Emre Berk Kimdir?
Avukat / Hukuk ve Dijital Dönüşüm Danışmanı (İstanbul Barosu-2001)
Yunus Emre Berk; özellikle ödeme hizmetleri, kişisel verilerin korunması, bilgi ve iletişim teknolojileri ile e-ticaret alanlarında, ulusal ve uluslararası anlamda uzmanlaşmış ve bu alanlardaki yoğun çalışmaları ile yaklaşık 20 yıllık bir tecrübeye sahip bir danışman avukattır. Farklı sektörlerden birçok yerel ve uluslararası şirketin dijital dönüşüm
süreçlerinde aktif rol almıştır ve halen de birçok şirkete bu dönüşüm yolculuğunda danışmanlık hizmetleri vermektedir.
2008-2011 yılları arasında kariyerine Londra’da devam eden Emre Berk, e-ticaret ve veri koruması alanında yüksek lisans yapmıştır. Kişisel Verilerin Koruması, E-ticaret ve Tüketici Hukuku mevzuat hazırlık süreçlerinde ilgili Bakanlıklarla yapılan çalışmalarda aktif bir şekilde rol almıştır. 2012-2016 yılları arasında Doğuş Holding bünyesinde kıdemli avukat olarak çalışmaya başlamış ve n11.com ile Doğuş Müşteri Sistemleri (DMS)’nin hem baş hukuk müşavirliği görevini hem de söz konusu şirketlerin Dolandırıcılıkla Mücadele ve Risk Yönetimi süreçlerini yürütmüştür.
Doğrudan Pazarlama İletişimcileri Derneği (DPİD) ile Çağrı Merkezleri Derneği’nin de aktif hukuk danışmanlığını yürüten Emre, her iki kurum adına ilgili Bakanlıklarda aktif mevzuat çalışmalarına dahil olmuştur. Bugün de özellikle Tüketici Genel Müdürlüğü ile e-Ticaret Dairesi ile halen yakın çalışmalarını devam ettirmekte, çeşitli kurumlar adına Bakanlık ilişkilerini yürütmektedir.