16. Sayı / 5. Kısım
Eserleri ve yetiştirdiği değerler ile bir döneme damga vuran bir yönetmen:
Ömer Faruk Sorak
- KEŞKE GORA’YI TEKRAR ÇEKEBİLSEK
- ARTIK ATATÜRK’Ü ATATÜRK’ÜN KENDİSİ OYNAYABİLİR.
- AŞK TESADÜFLERİ SEVER – MİNİ DİZİ GELİYO
Röportaj: Lagalugacılar
“Ben istiyorum ki; film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın.” der Jacques Tati. Bu ülkenin insanlarında iz bırakan, belleklerde yerini uzun süre koruyan ve hayatlara istemli ya da istemsiz etki eden yapımlar var ve bu yapımlar bizi şekillendiren kültürün çok önemli bir parçası. Ömer Faruk Sorak, 25 yıllık yönetmenlik kariyerinde birçok film, dizi ve klip ile bu kültüre önemli katkı sunan isimlerden. Sürekli evrim geçiren espri anlayışımız, biraz da onun yönetmenliğini yaptığı filmlerle şekillendi. Çektiği sayısız kliple hepimizin ezbere bildiği şarkılara görsel bir dünya yaratmamızı sağladı. Merak ettiğimiz sorulara, daha önce paylaşmadığı detaylar ile cevap vermesi bizim için çok kıymetliydi.
Herkesin keyifle okuyacağı bir röportaj olduğuna inanıyoruz.
Ortaokul ve lise yıllarımda mahallemizin fotoğrafçısı Cumali abinin karanlık odasına girip o zehri kaptıktan sonra başlayan bu yönetmen olma sevdası beni bugüne kadar getirdi.
İlk olarak kariyerinizin başlarına dönmek istiyoruz; TRT’de çalıştığınız dönemde Ferhunde Hanımlar dizisi ekibindeydiniz. Bugün çok ünlü bir yönetmen olarak o günleri dair neler söylemek istersiniz?
Kariyerime TRT'de kamera asistanı olarak başladım. 3 yıllık asistanlık döneminden sonra yaklaşık 4 yıl kadar da kameramanlık yaptım. Toplamda geçen 7 yılın sonunda TRT'den istifa edip Ferhunde Hanımlar'a geçtim. TRT'de çalıştığım dönemde o dönemki bilinen bütün dramalarının içinde yer aldım diyebilirim. Hayalim hep sinemacılıktı, ortaokul ve lise yıllarımda mahallemizin fotoğrafçısı Cumali abinin karanlık odasına girip o zehri kaptıktan sonra başlayan bu yönetmen olma sevdası, beni bugüne kadar getirdi. Ferhunde Hanımlar’da çalıştığım dönemde kameraman olarak çalıştım. Sonra özel sektörde hem kameraman hem yönetmen olarak müzik videolarında çalışmaya başladım. Sonra reklamlar, sonra uzun metrajlar derken işte bugüne geldik.
İçinde kalmamız gereken bir yörüngemiz var.
Ömer Faruk Sorak sette nasıl bilinir? Hayalindeki görüntüyü elde etmek için oyuncuları veya ekibi çok zorlar mı mesela?
Aslında benim için her şey set kurulmadan başlıyor diyebilirim. Yani okuma provaları ve seçim aşamasından başlıyor ve sete geldiğimizde neredeyse her şeyi çözmüş, ne yapacağımızı bilen şekilde başlıyoruz. İçinde kalmamız gereken bir yörüngemiz var. Bazen oyuncularımız o yörüngenin sınırlarında gezip, ama bizi ana yoldan ayırmamak şartıyla, başkaca tatlı şeyler hissettirdiklerinde, muhakkak o alanı onlara bırakan bir anlayışla çalışırım. Onların kendilerinden birçok şey katılabilmeleri adına, o anda spontane olan yeni bir durumun bizim işimize olan katkısının önüne geçmemek adına böyle ilerliyorum. Onları olabildiğince serbest bırakan, daha iyisi, daha güzeli için kendilerini zorlamasını sağlayan bu yaklaşım, hep birlikte mutlu olduğumuz bir iş arkadaşlığını getiriyor.
Ben senaryoya sanat eseri muamelesi yapılmasına karşıyım. Çünkü üstü bu kadar kolaylıkla çizilebilen bir sanat eseri olamaz.
Senaristlerin doğaçlama konusundaki tavrı nasıl?
Öncelikle ben senaryoya sanat eseri muamelesi yapılmasına karşıyım. Çünkü üstü bu kadar kolaylıkla çizilebilen bir sanat eseri olamaz. Senaryo, her an her duruma göre esneklik içerebilen bir metin. Dediğim gibi bir yörüngemiz var, bir ana yolumuz var, bizi yoldan çıkarmayan her tür yan yolu deneyebilmeliyiz. Bu yüzden senaristin kendine ait bir projesini para karşılığında satın almıyorsam, ya da belli bir süreliğine onu kullanmıyorsam, hikayesi bana ait ya da senaryosunu bir başka arkadaşla çalıştığım projeler dahil olmak üzere, benim tavrım bu tür müdahalelerin yapılması yönündedir. Türk televizyonculuğundaki yapımcı, yönetmen, senarist ilişkisi genelde, yönetmenin bir teknik eleman gibi kullanılıp dışarıda bırakıldığı bir anlayışla yürüyor. Ben bugüne kadar böyle bir ilişki içinde olmadım ve zaten bu ilişki kipini de kabul etmiyorum.
Biraz emek sermaye ilişkisi ile ilgili bu durum, sonuçta sermaye belirliyor oyunun kurallarını. Mesela televizyon, yani işi sipariş eden. Bu ilişkinin çok sağlıklı gittiği örnekler de var. Günün sonunda öncelikli beklenti seyredilmek, ürünü geniş bir kitleye yaymak veya satmak üzerine olduğu için, ürettiğiniz şey aynı zamanda bir ticari meta olduğu için, fikri olan insanların geçmiş tecrübelerine dayanarak veya birtakım istatistiki verileri baz alarak hikaye oluşturmayı istiyor olmaları aslında çok şaşılacak bir şey değil. Dünyada stüdyo mantığıyla çalışan film sektörünün de çalışma tarzı aşağı yukarı böyle.
Recep İvedik karakteri ve ilk filmiyle ilgili kim ne düşünürse düşünsün, bence çok değerli ve Türk sinemasında çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Başarılı olmuş bir karakterin, örneğin Recep İvedik’in devam filmlerini siz çekseydiniz İnek Şaban seviyesinde bir karaktere dönüşeceğini düşünüyoruz, burada yaratım sürecinde yönetmenin rolü açısından bunu önemli buluyoruz, ne dersiniz?
Recep İvedik 1. filmini ben kesinlikle çok önemsiyorum. Recep İvedik'in en büyük problemi aslında hepimizde olması muhtemel bir şeydi. Recep İvedik cebinde parası yokken bulduğu bir kimliği Antalya'daki sahibine götürürken çok naifti ve çok içtendi. Ne zaman zengin oldu ondan sonra başka bir şekle döndü. O yüzden işte buna para insanı değiştirir ya da bozar gerçeğinden bir örnek denebilir. Recep İvedik karakteri Türkiye'nin sosyolojik çözümlemesi için bir araç olarak okullarda ders olarak gösterilse kendisinden sosyolojik bir sürü sonucun çıkarılıp öğretilebileceğini düşünüyorum. Şahan’la Recep İvedik filmlerini yapmadan önce tanışmıştım. Recep karakterini daha televizyon şovu içindeki skeçlerinden biriyken zaten çok ciddi bir şekilde fark etmiş ve Türkiye'nin sosyolojik tanımlamasının önemli bir figür olduğunu o zaman da hissetmiştim. Birinci film için kim ne derse desin, o karakterle ve filmle ilgili kim ne düşünürse düşünsün bence çok değerli ve Türk sinemasında çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum.
Senaryo - doğaçlama dengesi reklamlarda ne durumda?
Ajans - yönetmen ilişkisi ya da ajans - yönetmen - müşteri ilişkisinde, daha iyisinin, daha güzelinin, o ana kadar düşünülmüşün çok çok daha iyisinin her an bulunabileceği ihtimalini gözeten işbirliklerinde şeffaf bir ilişki kurulabiliyor. Bunu kendi işine müdahale edilmesi olarak algılayan, daha iyisini zaten kendisinin düşündüğü egosuna sahip olan ilişkilerde ise duygular çatışıyor maalesef. Önemli olan burada bu üçlünün yani yönetmen, yaratıcı ajans ve müşterinin asıl amacın o ürünün satılması olduğu gerçeğini hiçbir zaman unutmadığımı bir matematikle hareket ediyor olması. Her tür iş birliğinde olduğu gibi bu tür ilişkiler kurarken de, daha iyiyi bulma yolunda egoları evde bırakmak lazım.
Ben yönetmenliği orkestra şefliğine benzetiyorum. Yönetmen konuyu herkesten daha iyi bilmeli ama her enstrümanın yeteneğini ortaya koyması adına yeterli alanı da sağlamalı.
Yaptığım her işi bugünkü aklımla yapsaydım daha iyi yapardım. Her zaman bugünkü aklımı daha çok beğenmişimdir.
Şu filmimde şurayı şöyle yapsaydım daha iyi olurmuş dediğiniz nüanslar var mı?
Olmaz mı, tabii ki var. Mesela GORA’yı bir daha çekmeyi çok isterim. O günlerde filmi bize sipariş eden şirkete el konması gerçeğini düşünürseniz, başımıza gelen her türlü felaketi bir kenara bırakıp rahatça, bugünkü bilgi birikimimiz ve bugünün şartlarıyla o filmi bir daha çekmeyi çok isterim. GORA çekildikten 3 sene sonra seyirciyle buluştu. Filme el konmuştu ve o filmin bir sanat eseri olduğunu anlatmak biraz zaman aldı. Filmin başarısının yanında şunu söylemek isterim, bu tür filmler için zamanlama çok önemli. Film aslında yayınlandıktan 3 sene öncesinin konjonktürel ortamında, o döneme hitap ederek yapılmıştı. Daha güncel göndermeler ve şakalar yaşayabilirdi o günkü seyirci. Reklam filmleri de böyledir, günün ihtiyacını karşılamaya yöneliktir. Keza mizah yoluyla aktarılacak her türlü eleştirel bakış açısı da öyle.
Ben hep şöyle bakıyorum; her yaptığım iş bir öncekinden iyi olmalı. Yaptığım her işi bugünkü aklımla yapsaydım daha iyi yapardım. O yüzden geriye dönüp baktığımda hiçbir zaman nostaljik düşüncelere girmiyorum. Her zaman bugünkü aklımı daha çok beğenmişimdir. Her işi son işimmiş gibi. Bir oyuncunun, kötü oynarsam bir daha hiç oynama şansım olmayabilir duygusuyla oynaması gibi.
Aşk Tesadüfleri Sever’in 10 bölümlük dizisi geliyor.
Aşk Tesadüfleri Sever filmleriniz İpek Hanım ile birlikte oluşturduğunuz bir proje. Ufukta kendinize ait başka proje var mı?
Aşk Tesadüfleri Sever aslında İpek’in oluşturduğu benim sonradan dahil olduğum bir işti, yani bütün proje tasarımını yapan ve o işi bir film projesi hale getiren bütün süreci İpek götürdü. Şimdi onun dizisini hazırlıyor. Her biri birbirinden bağımsız, ama o bağımsız hikayelerin muhakkak birbiriyle de ilişkili olduğu bir anlatım dili ile 10 bölümlük bir iş olacak. Bir de çocuk gençlik projesi var, biraz hızlı ve fantastik bir proje, özellikle doğayla, bilakis iklim değişikliğiyle ilgili insanların umursamazlığını fark eden bir grup gencin aynı gün içinde 150 yıl öteye gidip, olacakları görüp geri dönüp, dertlerini büyüklerine anlatma çabaları üzerine kurulu.
İnsanlar sinemaya gitmek yerine, ben bu filmi nasılsa dijital platformda izlerim düşüncesine doğru kaydı.
Pandemi ile beraber, etkisi azalsa da hala süren sıkıntılı bir dönem yaşıyoruz. Son 2 yılı sektör açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Pandemi tam da insanların dijital platformlar ile sinema arasında ‘artık evimde izliyorum ne gerek var sinemaya gitmeme’ tarzı bir sorgulamaya girdiği dönemin üzerine geldi. Şimdi bazı filmler haricinde, özellikle mizah ve komedi içeren filmler haricinde, insanlar sinemaya gitmek yerine, ben bu filmi nasılsa dijital platformda izlerim düşüncesine doğru kaydı. Aşk Tesadüfleri Sever 2 pandemiden hemen önce vizyona girmişti. Bu filmle bizim de bu kategoriye girdiğimizi düşünüyorum. Zaten dijital platformda gördüğü ilgi de bunu kanıtlar nitelikte. Zaten değişmekte olan seyirci alışkanlıklarıyla birlikte pandemi döneminde insanları en çok tatmin eden duygu film izlemek oldu. Dışarı çıkmayan insanların evde izlemedikleri film kalmadı ve film izlemek en çok doydukları şeye dönüştü. Sinemanın kültürel ve sosyal hayatın önemli bir gerçeği olduğu, kolay kolay hayatlardan çıkarılamayacağına dair - nitelik olarak biyografi filmi de olsa - Bergen filmi güzel sinyaller veriyor. Bunun yanında dünyaca ünlü platformların Türkiye’yi bir merkez gibi belirleyip yerli prodüksiyonlara bu kadar önem veriyor olmalarının değişen seyirci alışkanlıklarını kalıcı hale getirebileceği konusunda da endişe taşımıyor değilim. Burada tabi en önemli şey içerik. Ben tabii ki büyük beyaz perdenin büyüsüyle, kapalı ve karanlık bir ortamda iki saat boyunca seyircinin odağını tamamen kendinde toplayan sinemayı ve oraya iş üretmeyi çok daha fazla önemsiyorum, ama tabii ki hayatın gerçeklerini de göz ardı edemeyiz.
Yarın öbür gün diyelim ki iş cep telefonundan film izlemeye geldi, biz içerik üreticileri olarak konuya o açıdan yaklaşmak durumunda olacağız. Bu değişim sürecini gözlemleyen ve ayak uydurmak zorunda olan biri olarak içerik, içerik, içerik diyorum.
Bırakalım Hollywood yine yüksek bütçeli özel efektli işler yapsın, biz de daha kalbe dokunan kendi insanımızın tercihlerine uygun işleri, daha iyi yapalım.
Formatların değişmesi, ekranların küçülmesiyle özel efektlerden, hikaye odaklı bir yöne evrilme olacak mı?
Aslına bakarsanız artık biliyorsunuz ki oldukça gelişmiş home theater sistemler var. Bu ne kadar yaygınlaşır ve sinema duygusunu insanlara ne aşamada verebilirler bilemiyorum ama ciddi bir çaba var o konuda, bunu görebiliyorum. Diğer taraftan amaç zaten sinemada duygu yakalamak, bizim lokal prodüksiyonlara bakarsak hem bütçesel gerçekler hem de tercihler dolayısıyla zaten dramatik, duygusal bir tarafta içerikler üretiliyor. Yani bırakalım Hollywood yine yüksek bütçeli özel efektli işler yapsın, biz de daha kalbe dokunan kendi insanımızın tercihlerine uygun işleri, daha iyi yapalım.
Ya ayak uyduracağız, ya da nostaljik kanatta kalarak bir şeyler üretmeye devam edeceğiz.
Dijital platformlara hazırlanan diziler ve filmlerin arttığı bir dönemdeyiz. ‘Hükümsüz’ ile siz de dijital bir platforma dizi çektiniz. Ne düşünüyorsunuz sinema seyircisi eski günlerine tamamen kavuşacak mı? Dijital platformlar sadece bir eksikliği mi doldurdu?
Yaşamın tamamı insanların lüksleriyle ihtiyaçları arasında bir ilgi serüveni ya, bu da öyle bir şey. Bir dönem lüks adı altında edinmek istediğiniz bazı şeyler, edinildikten sonra ihtiyaç haline dönüşüyor, sinema, film izleme alışkanlığı da böyle bir şey. Yani “bu benim için bir ihtiyaç” kategorisine soktuğunuz durumda dijital platform dediğimiz mecra, size birçok farklı seçenek sunuyor. Size göre ayarlanmış bir sürü içerik alternatifi sunduğu durumda da, yerinizden kalkmak istemeyip, hiç emek harcamadan iki tuşa basarak içerik tüketmek oldukça cezbedici tabii ki. Bu aslında pandemi sonrası yeni dünyanın gerçeği oldu. Artık insanlar günde kaç adım atıyorum diye telefonlarına bakıyorlar. Şimdi ihtiyaçlara karşı sen gitme o sana gelsin dönemindeyiz, markete gitme o gelsin sinemaya gitme o gelsin durumu da insanı tembelleştiren ama daha çok şeye daha kolay ulaştıran bir hale getirdi. Dolayısıyla biz her ne kadar “sinema başkadır, film sinemada izlenir” desek de oraya doğru giden bir eğilim var.
Bu durum sektörel anlamda bir evrim gibi. Evrim; hayatın sudan karaya geçişinde yüzgeç ihtiyacının yerini ele kola bırakması gibi. Artık yaptığımız işin hitap ettiğimiz kitleyi tatmin etmediği gerçeğiyle yüzleşe yüzleşe, biz bu işi başka yönlere taşıyacağız galiba. Bu metaverse konusu da bunu tarif ediyor bence, kişiye artık izleme olayın içine dahil olma, heyecanı izlemeyi değil onu yaşamayı vaat etme gibi başka bir yöne doğru gidiyor bu iş. Bu yüzden bu kaçınılmaz değişime bir şekilde ayak uydurmak gerekiyor, ne kadar adapte olabiliriz bilmiyorum ama ya ayak uyduracağız, ya da nostaljik kanatta kalarak bir şeyler üretmeye devam edeceğiz.
“Kurtuluş Savaşı filmi çekilse Atatürk’ü kim oynayacak” diye sorulur. Artık Atatürk’ü Atatürk’ün kendisi oynayabilir.
Metaverse hep teorik konuşuluyor işin pratik tarafının uygulanmaya başlaması ne getirir sizce? Ortada hiçbir set kalmayıp her şey dijitale indirgendiğinde yapılan işin maddi değeri de ucuzlayacak gibi?
Teknoloji zaten geliştikçe ucuzlayan bir şey. Yıllar önce hayranlıkla baktığınız bir bilgisayarın bugün bir memory stick haline indirgenmiş olması bile bu şaşırtıcılığın en güzel örneği. Sinema maliyetlerinin de ucuzlayacağına katılıyorum. Sektörde çok lafı geçer belki siz de bilirsiniz “Kurtuluş Savaşı filmi çekilse Atatürk’ü kim oynayacak” diye sorulur. Türkiye’deki benzerler, yurt dışından benzerler, makyajlar şunlar bunlar derken iş şuraya geliyor; artık Atatürk’ü Atatürk’ün kendisi oynayabilir. Diğer oyuncuları istediğiniz kişilerden oluşturun ama Atatürk’ü Atatürk’e oynatırsınız. Eskiden düşünmek bile imkansızdı bunu, sonra düşünülüyor ama uygulaması çok pahalıydı şimdiyse cep telefonu uygulamalarıyla bile yapılabilir hale geldi.
Oyuncularda bazen ‘sen benim oyunculuk yeteneğimi mi ölçüyorsun?’ gibi yanlış bir algı oluşabiliyor.
Setler sanallaşınca, oyunculuk daha önemli hale gelecek. Peki Ömer Faruk Sorak oyuncuları nasıl seçer?
Ben bugüne kadar geniş bir oyuncu yelpazesiyle çalıştığım için, tabi aklıma yazdıklarım var. İzlediğim oyunlardan, izlediğim filmlerden ve dizilerden kategorilendirerek, yarın benim buna benzer bir işim olduğunda çalışabilirim dediğim kişilerden oluşan küçük bir klasör oluşturuyorum kendime. Onun dışında bu durum tabii ki yeterli değil, eğer çalışacaksak o rolün gerçek karşılığının o kişi olup olmadığını anlamamız için audition istiyorum muhakkak. Audition dediğimiz, yani oyuncunun o role, rolün kendisine uygun olup olmadığının anlaşılması testi. Oyuncularda bazen “sen benim oyunculuk yeteneğimi mi ölçüyorsun?” gibi bir yanlış algı oluşabiliyor. Bunu oyunculuk kapasitesinin bir sınavı olarak görebiliyorlar. Bazı oyuncular bunu aştılar, özellikle yabancı dijital platformların gelişiyle birlikte bunun bir oyuncu yetenek sınavı olmadığı nihayet anlaşılabildi.
Fatih Erdemci’nin ‘Ben Ölmeden Önce’ parçası “ne şarkıydı, klibi de ne kadar güzel oldu” dediğim bir iştir ve benim için özel bir yerdedir.
Birçoğu tüm Türkiye’nin ezbere bildiği onlarca klip çektiniz. “Ne şarkıydı” ve “ne klipti ama” diyebileceğiniz bir proje var mı?
Evet Şebnem Ferah, Teoman, Kenan Doğulu gibi isimlerle çalıştım ve bugüne kadar birçok klip çektim, hepsi de çok keyifliydi ve güzel duygular yarattı bende. Fakat tek bir iş olması, devamı gelmemesi sebebiyle içimde her zaman ayrık otu gibi duran parça Fatih Erdemci’nin ‘Ben Ölmeden Önce’ parçasıydı. O parça 9 şarkılık bir albümde yer alıyordu. Gerçekten “ne şarkıydı, klibi ne kadar güzel oldu” dediğim bir iştir ve benim için özel bir yerdedir. Daha önce Yalın’la iş yaptık çok beğenildi devamı geldi. Keza Kenan, Teoman, Şebnem gibi devamı gelen farklı şarkılarda çalıştığımız işler olmuştu ama orada tek iş olarak niş bir şekilde duran Fatih Erdemci’nin ‘Ben Ölmeden Önce’ parçasıdır.
Yolu bizimle bir yerde kesişmiş kişilere, “iyi ki de kesişmiş” duygusunu yaşattığımız bir yelpaze bu...
Kariyerinin ilk dönemlerinde Böcek yapım bünyesinde olup ya da geçmiş projelerde birlikte çalıştığınız şimdinin ünlü reklam ve film yönetmenleri olduğunu biliyoruz. Bundan Ömer Faruk Sorak’ın ve Böcek Yapım’ın aynı zamanda bir okul olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz?
Vallahi çıkarırız… Mesela beni bir arkadaş arıyor ofise gelip benle birini tanıştırmak istiyormuş, çok yetenekli diye anlatıyor falan, bakıyorum eski asistanım çıkıyor. Bir video var izlediniz mi diyorlar, gönderiyorlar birlikte çalışmışız biz geçmişte o kişiyle gibi birçok şey oldu. Şaka maka 25 yılı devirmişiz, bu süreçte bizimle yolu kesişenlerin bazıları çok iyi yönetmen, bazıları yapımcı, bazıları yapım şirketi sahibi hatta bazıları da çok iyi oyuncu oldu. Geniş bir yelpaze var bu konuda. Yolu bizimle bir yerde kesişmiş kişilere, “iyi ki de kesişmiş” duygusunu yaşattığımız bir yelpaze bu…
Peki hiç boynuz kulağı geçti duygusuna kapıldınız mı?
Bu hayatın bir gerçeği bence ve böyle olmalı zaten. Ben eminim ki bu arkadaş bu işi ileride benden çok daha iyi yapacak duygusuyla bakarım. Bu yüzden de bildiğimi paylaşmak ve esirgememek düsturunda oldum bugüne kadar.
Arkadan gelip geçecek olan varsa da “buyur geç kardeşim” diye el vermek gerekir, çünkü tekamül böyle bir şey.
Bizim sektörümüzün bizden önceki abileri, bildiğini çok aktarmazdı, yarın bir gün benim yerime geçer korkusu vardı. Ben buna çok şaşırıyorum çünkü hepimizin bir hayat seyri var. Doğuyoruz, büyüyoruz, gelişiyoruz, zirve yapıyoruz, ardından duruyoruz, geriliyoruz, yaşlanıyoruz ve ölüyoruz. Bu gerçeği ortadan kaldırmak, günümüzde küçük bir botoks operasyonuyla sanki gençmiş gibi göstermek kadar kolay değil. Sizden de feyz aldıklarıyla sizden çok daha iyisini yapacak insanların olduğu gerçeğini bilmek ve sizin önünüzde sizden çok daha iyilerin zaten hep var olduğunu bilmek çok değerli. Yolda olmak, varmak ilişkisi gibi. Benim için aslolan sizden iyi olduğunu düşündüğünüz insanlarla aynı yolu yürüdüğünüzü biliyor olmanın mutluluğunu yaşamaktır. Arkadan gelip geçecek olan varsa da “buyur geç kardeşim” diye el vermek gerekir, çünkü tekamül böyle bir şey. Aynen bir babanın çocuğuna ya da bir neslin bir diğer nesle emanet etmesi gereken bir bayrak yarışı gibi.
Kişi öldüğünde geriye kalan şeyin ne olduğuyla ölümsüzleşir ve dünyada kim olduğunuz, arkanızdan ağlayan sayısıyla orantılı ya, o yüzden ben orayı da çok önemsiyorum. Yani biz ne kadar iyi ve nitelikli, mesleğimizde iyi işler yapmak istiyor olursak olalım, önce insan olduğunuzu ve önemli olanın da iyi ve erdemli bir insan olmak olduğunu unutmamaya çalışmak gerekiyor. Gerçi evrenin bakış açısından iyi ya da kötü diye bir şey yok, kabul ediyorum, ama önemli değil, erdemli olmak önemlidir. İyilik ve kötülük kavramları görece bir şey. Çünkü sizin iyilik diye düşündüğünüz bir şeyin birine çok büyük zararları olabilir ki bu da bir film konusu benim için. Yani işte ben şu an buraya gelene kadar sabahleyin belki de kim bilir kaç tane karınca yuvasına bilmeden basıp kaç karınca öldürdüm bilmiyorum yani. O yüzden onları tartmak haddimize değil. Yine de erdemli olmaya ve işini yaparken de bu erdemi gözeterek yapmaya ve elinden gelenin en iyisini yapmaya çaba sarf eden biri olarak yaşamaya çalışıyorum.