6. Sayı / 4. Kısım
“ZEYTİNYAĞLI YİYEMEM AMAN” TÜRKÜSÜ DIŞ MİHRAKLARIN BİR OYUNU MU?
TÜRKİYE’NİN KİTLESEL HİPNOZ ÖYKÜSÜ
Gıda Mühendisi Ebru Akdağ yazdı.
Yıl 1954, “Zeytinyağlı Yiyemem Aman” adlı Bursa yöresine ait türkü İhsan Kaplayan’dan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derleniyor (THM Repertuar numarası 1133). Bugün hala çoğu düğün dernekte çalınan ve yaygın olarak bilinen bu türkünün alnına çok sonraları kara bir leke sürülüyor. Bugün basit bir google’lamayla bu türkünün masum değil, aksine dış mihrapların ülkemizi kıskacına almak için hazırlattığı tehlikeli bir silah olduğu iftirasıyla karşılaşabilirsiniz. Peki kanıtlar bize ne anlatıyor? Hiçbir şey! Çünkü kanıt yok, sadece iftira.
Yani işte karşınızda nam-ı diğer ünlü bir hurafe. Hurafeyi avlar mıyız dersiniz?
Sonra bir ışık çakıyor: türkü yaktıralım! İşte Amerika tarafından yaptırıldığı iddia edilen “Zeytinyağlı Yiyemem Aman” türküsünün yıllar sonra haksız yere çırasını yakan da bu hurafe oluyor.
Suçlamanın ne olduğuyla başlayalım: Marshall planı kapsamında ABD, ihtiyaç fazlası mısırözü yağını ve margarinlerini Türkiye’ye satmak istiyor. Bunun için de ülkemizin canım zeytin ağaçlarını kestirip, halkı da zeytinyağına düşman etmeye karar veriyor. Ağaçları kestirmenin bir yolunu buluyorlar ama Türk halkını nasıl zeytinyağından soğutup mısırözü yağı ve margarin sever yapacağız diye hayıflanıyorlar. Sonra bir ışık çakıyor: türkü yaktıralım! İşte Amerika tarafından yaptırıldığı iddia edilen “Zeytinyağlı Yiyemem Aman” türküsünün yıllar sonra haksız yere çırasını yakan da bu hurafe oluyor. Haydi bu yap bozu parçalarına bölüp inceleyelim.
Marshall planı II. Dünya savaşı sonrasında ABD tarafından önerilen bir ekonomik yardım paketi. 1948 ve 1951 yılları arasında yürürlüğe konan yardım paketinden yararlanan 16 ülke arasında Türkiye de ekonomik zorlukları nedeniyle kendi ısrarıyla yer alıyor. Eli güçlü olan Amerika’nın bu plan kapsamında kazandırdıkları ve kaybettirdikleri ayrı bir hikaye; biz türküye odaklanalım.
Öncelikle ABD’de şu “türkü yaktıralım olsun bitsin” ışığının, yardım paketinin uygulanmaya başlanmasından 6 yıl, uygulamanın bitişinden ise 3 yıl sonra çakması enteresan değil mi?
Hin planlarını zaten daha paket yürürlüğe girmeden önce oluşturmuş olması beklenen ABD’ye “bunca zamandır aklın neredeydi kardeşim” denmez mi? Neyse bırakalım okyanus ötesini gelelim yurdum topraklarına.
Türküyü derleyen Muzaffer Sarısözen, bu iddiaya göre ya bir ABD ajanı ya da kandırılmış saf bir kurban olmalı. Gelin biraz tanıyalım kendisini…
1899 yılında Sivas’ta doğan Muzaffer Sarısözen, küçük yaştan itibaren müziğe ilgi göstermiş, nota ve kulak eğitimi almış; öyle ki kendisine yöneltilen soruya “Halk musikîsi ile ilk alâkamın ne zaman başladığı sorusunun cevabını ararken, ne zaman konuşmaya başladığımı düşünür gibi oldum” cevabını vermiş. Sarısözen’in önce ailesi ve yaşadığı çevreden aldığı kuvvet ve ilhamlarla gün geçtikçe gelişen müzik sevgisi, daha sonra konservatuar eğitimi, müzik öğretmenliği, derleyiciliği ve Yurttan Sesler Korosunun şefliği şekline kadar gitmiş.
Henüz daha lisedeyken Çanakkale Savaşı’na katılmış ama içindeki müzik sevgisi hiç solmamış. Konservatuarı bitirip Sivas’ta müzik öğretmenliği yapmış. 1930’da dönemin Milli Eğitim Müdürü ile tanışmasının ardından yeni kurulan ‘Halk Şairlerini Koruma Derneği’nin genel kâtibi olmuş. İlk halk şairleri bayramı 1931’de yapılmış ve Âşık Veysel, bu şekilde kazanılmış.
Türk müziği tarihinde Ankara Devlet Konservatuvarı Derleme Gezileri olarak anılan ve 1937-1953 yılları arasında sürdürülen derleme gezileri, Cumhuriyet döneminde yapılan ikinci ve en büyük organizasyon. Sarısözen, tüm derleme gezilerine katılmış ve on bin halk ezgisinin plağa, tele ve banda kaydedilmesini sağlamış.
Sarısözen 1953 yılında İzmir’de, 1954 yılında da İstanbul radyolarında “Yurttan Sesler” toplulukları kurarak halk türküleri ve oyunlarının yurt çapında sevilmesi, yaygınlaşması, doğudan batıya, kuzeyden güneye tanıtılmasında büyük rol oynamış.
Vefatı sonrası Kültür Bakanlığı tarafından "Muzaffer Sarısözen (Hayatı, Eserleri ve Çalışmaları)" adında bir eser hazırlanmış ve PTT kendisinin resmini 100.000'lik pullarına koymuştur.
Bana ne ajan, ne da Türk halkına zarar vermek isteyen bir komplo teorisine kanacak saflıkta gelmedi bu değerli isim.
Diyelim ki öyleydi, peki ama radyonun yaygın olmadığı, TV’li evlerin parmakla gösterildiği, internetin ise bilim kurgu gibi görülebileceği bir dönemde nasıl oldu da bu türkü bir anda Türkiye geneline yayıldı ve benimsendi. Hem de öylesine benimsendi ki halkımızın evlerine girdi, yemeğini hangi yağ ile pişirmesi gerektiğini etkileyecek kadar büyüklerimizin beynini yıkadı; öyle mi?
Buna inanmak demek, kitlesel bir büyüleme efsanesinin doğruluğunu kabul etmek demektir.
Acaba bizim türkünün ünü ve hipnotik gücü, bunu sipariş eden Amerikalılara geri sekmiş olabilir mi?
Hikayedeki en gerçekçi iddia o dönemlerde margarin tüketiminin artmasıdır. Aslına bakarsanız 1950’ler margarinin altın yıllarıdır ve bu sadece ülkemiz için geçerli değil; o yıllarda bütün dünyada margarin çok sevilerek tüketilen bir ürün olarak ün kazanmaktadır. ABD’de de margarin sevgisinin zirveye çıktığı bir dönemden bahsediyoruz. Acaba bizim türkünün ünü ve hipnotik gücü, bunu sipariş eden Amerikalılara geri sekmiş olabilir mi?
İşin aslı 1950’lerde ülkemizde üretilen zeytinyağlarının tümü, bilgi ve teknoloji eksikliği nedeniyle pek de öyle bugünkü aşkı yaratan zeytinyağları kalitesinde değildi. Öte yandan yurdumuzun farklı bölgelerinde farklı yağ tüketimi alışkanlıkları vardı. Sonuçta tarih boyunca yeme kültürünü oluşturan faktörlerin başında bulunabilirlik yer almıştır. Türküdeki gelin kızımız belki de tereyağına alışıktır. İşin aslı bu türkü sevgili yârinden kopartılıp istemediği bir kocaya verilmiş olan kızımızın bir gelin nazlanmasıdır. Gelin, yaşamaya başladığı yeni yere uyum sağlayamamış, alışık olduğu tatları, kıyafetleri arar olmuştur. Yani anlatılan sadece istemediği bir yerde ve bir kocayla olmanın yakarışıdır.
Margarin zeytinyağının muadili bile değil, bundan 151 yıl önce hayvansal yağlara alternatif olarak Fransız hükümdarı III. Napolyon’un başlattığı bir yarışmanın birincisi olur kendisi.
Gelelim bugüne. Günümüzde her 100 hanenin 92’sine giren margarin hala türkünün hipnozundaki insanların seçimiyle mi satılıyor? Yani bu hipnoz etkisi genlerimize işleyip nesilden nesile mi aktarılıyor? Peki ama hani mısırözü yağı? Onun büyüsünü bozan ne olmuş, pek de popüler sayılmaz hani. Ayrıca yoldan çevirip “zeytinyağı sever misin?” diye soracağınız herkesten çok muhtemelen evet yanıtını alacağımızı düşünürsek, hipnozun bir yanı işledi, öbürü etkisini mi yitirdi acaba?
Elbette hiçbiri değil. Hem Dünya’da hem ülkemizde margarinin bu kadar popüler olmasının altında iki temel neden yatıyor: yemek/hamur işlerinde beklenen tat, doku gibi özellikleri karşılaması ve fiyatının uygunluğu; bitkisel olması da cabası. Hem zaten margarin zeytinyağının muadili bile değil, bundan 151 yıl önce hayvansal yağlara alternatif olarak Fransız hükümdarı III. Napolyon’un başlattığı bir yarışmanın birincisi olur kendisi.
50 küsur yıl öncesine bakıp, özel sipariş hazırlanan bir türküyle ülkemizin tüketim alışkanlıklarının kökünden değiştirildiğini ve zeytinyağına düşman ettirildiğini iddia etmek, Türk halkının bu türküyle hipnotize edildiği anlamına gelir. Sonuçta gördüğünüz gibi teoriyi neresinden tutsak elimizde kalıyor. Belki de her yönüyle o kadar mantık dışı ki, bunu düşünürken mantığımız da saf dışı kalıyor. Ne de olsa bu hurafeye inanmanın mantıklı bir yolu yok.
Bu konuda yakalayabildiğim tek mantıklı yazı için Tevfik Uyar’a teşekkürü borç bilirim.
https://medium.com/türkiye/zeytinyağlı-yiyemem-sözde-hikâyesi-527b21bac910
50 küsur yıl öncesine bakıp, özel sipariş hazırlanan bir türküyle ülkemizin tüketim alışkanlıklarının kökünden değiştirildiğini ve zeytinyağına düşman ettirildiğini iddia etmek, Türk halkının bu türküyle hipnotize edildiği anlamına gelir.
Gıda Mühendisi Ebru Akdağ