6. Sayı / 5. Kısım
Bohem Sanatçılara Özlem
Hala varlar mı, ya da var olabilirler mi?
Masterpiece Kurucusu Ressam Mehmetcan Yaman yazdı.
Bohem sanatçı imajı, modern toplumun bir ürünü, belki de dışavurumudur. Tarihsel olarak baktığımızda sanatçılar Rönesans’tan beri birer zanaatçı olarak ya ruhban sınıfının, ya bir kralın ya da bir soylunun hamiliğinde çalışan, hünerleriyle birlikte bu sınıfların görkemini ve dolayısıyla prestijlerini daha da arttıran insanlar olmuşlardı. Modernleşme ile sanatçılar artık uygulayacağı konuları kendileri seçme özgürlüğüne sahip olacaklardı ancak bu, beraberinde sanatçının yaşamak için yapıtlarını ve dolayısıyla kendilerini de pazarlayabilmeleri gerekliliğini getirecekti. Bohem sanatçı dediğimiz imaj da bu yılların bir ürünü olarak ortaya çıkacaktı. Peki ya bugün?
“Bu sabah kahvaltı etmeden çalışmaya koyuldum. Geceden içtiğim bir şişe şarap hala iştahımı kapatmış haldeydi. Çok fazla bir şey üretemeden çalışmayı bırakıp, şehirde boş boş dolaşmaya başladım. Herkes bir telaş içinde sağa sola koşturuyor, ama ben hiç oralı değilim. İnsanları, binaları, tramvayları, arabaları izliyorum. İnsanların giyimleri kuşamları sanki bir düğüne giderlermiş gibi. Benim üstüm başımdaki yıkık söküklük pek görünmüyor. Bir süre sonra arkadaşlarımla buluşmaya bir kafeye gittim. Tahmin ettiğim gibi pek çoğu orada. Bir kutlama gerçekleşiyor. Satılan bir tablo ve herkese sanatçıdan bir içki. Ben de dahil oldum. Laf lafı açtı, sokak felsefesi yaptık, yeni söylemler üretip dünyayı kurtardık. Artık akşam oldu. Neşe doluyuz.”
Yukarıdaki metin, bu gün hepimizin zihninde belki biraz karikatürleşmiş halde beliren “Bohem” sanatçı imgesinin bir günü. Bu gibi sanatçı portresi, 19. Yüzyılın sonlarında
gerçekten de vardı. Toplum kurallarının dışında, işi sanat icra etmek olan (yoksa zanaat mı?), buradan kazanacağı parayla gelecek kaygısı gütmeden günü yaşayan, hayatı
trajedilerle dolu ve büyük ölçüde alkolle oldukça haşır neşir sanatçı tipi. Batılalaşma ile birlikte Türkiye’de de bu gibi pek çok sanatçı tipine rastlayabiliriz.
Cumhuriyet’in ilk elli yılı ile, 1870-1914 arası Paris’i –ki bu döneme artık Avrupa’da süregiden savaşların bitmesiyle Fransa’da “La Belle Époqué” (Güzel Dönem) denilecektir–yapı olarak birbirine oldukça benzer.
Türkiye’deki Batılalaşma’nın baktığı yer Fransa ve özellikle Paris, bu imgenin çıkış noktası olarak tanımlanabilir. Özellikle Cumhuriyet’in ilk elli yılı ile, 1870-1914 arası Paris’i –ki bu döneme artık Avrupa’da süregiden savaşların bitmesiyle Fransa’da “La Belle Époqué” (Güzel Dönem) denilecektir–yapı olarak birbirine oldukça benzer. Haussman, Paris’i yıkıp yeniden inşa ederken bir görkem söylemini de beraberinde getirir. Günümüzde alelade gözüken bulvarlar, pasajlar, camekan dükkanlar ve tabiiki de olmazsa olmaz anıtlar bu dönüşüme örnek olarak gösterilebilir.
Bohem sanatçı imajı, modern toplumun bir ürünü, belki de dışavurumudur. Tarihsel olarak baktığımızda sanatçılar Rönesans’tan beri (Quatrocento, yani 1400ler) birer zanaatçı olarak ya ruhban sınıfının, ya bir kralın ya da bir soylunun hamiliğinde çalışan, hünerleriyle birlikte bu sınıfların görkemini ve dolayısıyla prestijlerini daha da arttıran insanlar olmuşlardı. Hiçbiri (buna Leonardo da Vinci, Michelangelo, Caravaggio, Velázquez, Rubens, Rembrandt, Poussin, Jacques Louis David gibi sanat tarihinin en önemli ustaları da dahil olmak üzere) günümüz anlamında sanatçı değillerdi.
Sanatçıların devletin sanatını üretmekten sorumlu oluyordu. Bunun dışında olanlar “güzel” olarak kabul görmüyordu. Türkiye’nin tek parti dönemi sanatçılarına baktığımızda konu edinilen temaların Kurtuluş Savaşı, Türk Devrimi, Türklük bilinci gibi devlet söylemleri barındırdığını görebiliriz.
Sanatçı kişiliğinin bu yıllarda nasıl evrildiğini anlamak için tarihsel bir bakış açısıyla bakmak gerekir. Erken Ortaçağ’dan Yüksek Rönesans’a kadar geçen sürede (kabaca 600-1500 arası) resim ve heykellerin yapılma amacına iki dala ayırabiliriz. Resim ve heykel, ilk başlarda Hıristiyanlık’ın hikayelerini göstermek üzere manastırlarda (yani buradan ruhban sınıfının tekelinde olduğunu anlayabiliriz) minyatür ve fresk şeklinde kendine yer bulmuştur. İlerleyen zamanlarda Hümanizm söyleminin yayılmasıyla, teknolojik bir gelişme olarak tuval ve yağlıboyanın da icadıyla, mitolojik hikayeler de resim ve heykelin alanına girdi, ki bu dönemde burjuva kültürü özellikle İtalya ve Almanya’da yaygınlaşmaya başlamıştır. Sanat/zanaat eğitimi ise usta-çırak ilişkisiyle veya imece usulü lonca mantığıyla gerçekleşiyordu.
1500lerden sonra ise (Cinquecento) her ne kadar gelenekten gelen zanaat mantığıyla ilerlese de, usta sanatçılar ortaya çıkacaktı. Modernleşen toplumlarda 18.yüzyıldan itibaren günümüz anlamında akademi ortaya çıkınca ise, sanatçı yetiştiren kurumlar da oluşmaya başladı. Tabii bu sanatçılar, devletin sanatını üretmekten sorumlu oluyordu. Bunun dışında olanlar “güzel” olarak kabul görmüyordu. Türkiye’nin tek parti dönemi sanatçılarına baktığımızda konu edinilen temaların Kurtuluş Savaşı, Türk Devrimi, Türklük bilinci gibi devlet söylemleri barındırdığını görebiliriz.
Neyin sanat olup olmayacağının kararını devlet geleneğiyle kol kola yürüyen Akademi vermeye başladı. Metalaşan sanat eserinin pazarını oluşturan galeriler ve buralarda yer alacak sanat eserlerinin değerlerine yön verecek sanat eleştirmenliği/yazarlığı ortaya çıktı.
Avrupa’daki modernleşme, usta sanatçı rolünü farklılaştırdı. Fransız Devrimi, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi ile birlikte toplumların yapısı değişti. Sanat eseri özellikle sanayi devrimi sonrasında ortaya çıkan kapitalizmle birlikte birer metaya dönüştü. Daha önce kendi ustalığını kanıtlayacak ve ona bir prestij sağlayacak olan bir kralın sarayını veya bir kilisenin duvarlarını süsleme görevini üstelenen sanatçı artık; salondaki yemek odasındaki takıma uyacak, koridordaki boşluğu dolduracak veya eve gelen insanları etkilemekte kullanılacak birer dekor üretmekle görevliydi.
Sanata ve kültüre yön verecek kurumlar günümüzdeki haline evrilmeye başladı. Neyin sanat olup olmayacağının kararını devlet geleneğiyle kol kola yürüyen Akademi vermeye başladı. Metalaşan sanat eserinin pazarını oluşturan galeriler ve buralarda yer alacak sanat eserlerinin değerlerine yön verecek sanat eleştirmenliği/yazarlığı ortaya çıktı. Heykel sanatında ise, önce kiliselerde sonra da şehir meydanlarına yerleşip yine siyasi erki gösteren anlatı dilleri süregelmiştir. Heykelin bir elemanı olarak kaide de fiziksel olarak bu erki desteklemek için kullanılmıştır. Ancak modern dönemle birlikte heykeller evlere biblo olarak girmeye başladı. Türkiye’ye bunun yansımasını belki artık günümüzde kiç birer objeye dönmüş, anneanne evlerindeki vitrinlerdeki figürlerde görebiliriz. Bu bibloların giyimlerine kuşamlarına baktığımızda da, Türkiye’deki modernleşmenin büyük ölçüde Fransa’ya bakarak gerçekleştriği tezini güçlendirebiliriz.
Kimileri tanınıp ünlü olurken ve pazarda kendine yer edinebilirken, kimisi de sefil hayatlar yaşayacaktı.
Sanatçılar artık uygulayacağı konuları kendileri seçme özgürlüğüne sahip olacaklardı, ancak bu beraberinde sanatçıların yaşamak için yapıtlarını ve dolayısıyla kendilerini de pazarlayabilmeleri gerekliliğini getirecekti. Bohem sanatçı dediğimiz imaj da bu yılların bir ürünü olarak ortaya çıkacaktı. Kimileri tanınıp ünlü olurken, pazarda kendine yer edinebilirken, kimisi de sefil hayatlar yaşayacaktı. Yine günümüzde neredeyse arketipleşmiş bir motif olarak beliren “yaşarken değeri bilinmeyip öldükten sonra değeri anlaşılan sanatçı” da bu yılların bir sonucudur. Belki hemen herkesin hakkında bir şeyler okuyup izlediği Vincent Van Gogh bunun en ünlü örneğidir. Tutkuyla kendini sanatına adamış yaşarken, kardeşi Theo’nun sanat eseri piyasasında yer almasına rağmen, sadece bir tane eser satabilmiş bir sanatçıydı. Belki intihar etmeseydi kıymeti anlaşılacaktı, kim bilir…
Bir başka bakış açısıyla, piyasanın “başyapıtlara” nasıl yön verdiğini Van Gogh dendiğinde ilk akla gelen eseri olan Yıldızlı Gece üzerinden okuyabiliriz. Herkesin Van Gogh hakkında bir şey söyleyebilmesi boşuna değil. İnsanların ilgisini çeken onun çalışmalarından ziyade hayat hikayesindeki dram, veya kişiliğinin kelimenin tam anlamıyla bir romantik oluşudur. Yıldızlı Gece -Van Gogh zihinsel sıkıntılar yaşarken yapılmış olduğu bilindiği için- tutkulu, romantik, acı çeken sanatçı figürünü gösteren bir çalışmadır.
Yaşarken değeri bilinmeyen bir ressam: Fikret Mualla Saygı
19.yüzyıldan 20.yüzyılın ortalarına kadar tüm dünyada, gerek siyasi gerekse ekonomik olarak ithal edilmiş modernizmlerden bahsedebiliriz. Bu toplumlar değişen yapıya ayak uyduramayan bohem sanatçılarını oluşturdu. Türkiye’de Fikret Mualla Saygı, gerek karakteri gerekse trajilerde dolu hayatıyla ilk akla gelenlerdendir.
Erken yaşta topal kalmıştı. Annesini İspanyol gribinden kaybedip bundan kendini sorumlu tutmuştu. Babası ile olan sorunlu ilişkisi sonucunda İsviçre’ye mühendislik eğitimi görmeye gönderildi. Ancak Avrupa’daki sanat ortamı ile tanışınca resim eğitimi almaya Berlin’e gitti. Çocukluğundan beri yerleşmiş olan uyum sağlayamamışlık burada da devam etti ve kendini alkole verdi. Resim yapmadığı zamanlarda içki içiyordu ve alkol tedavisi görmek zorunda kaldı. Almanya’da geçinememeye başlayınca belli bir süre Türkiye’ye döndü. Tiyatrolara kostümler, dergilere çizimler yaparak, yazılar yazarak geçinmeye çalışacaktı. Türkiye’deki sanat ortamı 1930larda Avrupa’ya göre oldukça muhafazakardı.
Fikret Mualla beklediği değeri görmedi ve kısıtlı çevrelere hitap edebildi. Babası hayatını kaybedince elde ettiği mirasla Paris’e yerleşti. Burada da bohem yaşam tarzını sürdürecekti. Dönemin ünlü sanatçılarıyla bir aradaydı. Almanya’da tanıştığı dışavurumculukla ilgilendi ama kendisini belli bir izm içinde konumlandırmıyordu.
Yaşarken hakkında davalar açılan, hor görülen sanatçı kişiliği, öldükten sonra ona ait eserlerin 70lerde toplanıp müzelerde ve koleksiyonlarda yer bulmasıyla değişti ve Türkiye’deki önemli bohem sanatçılardan biri haline geldi.
O modern dönemin bütün ressamları gibi ne istiyorsa onu resmediyordu. İçinden geldiği gibi hayata ait detayları, bohem yaşantıyı konu ediniyordu. Kafeler, barlar, parklar, insanlar... Dertlerinden kurtulmak için resim yapıyordu. Geçim sıkıntısı yaşadığı dönemlerde resimlerini bir şişe şarap karşılığında insanlara veriyordu. Her ne kadar ilerleyen dönemlerde kendi kolleksiyonerini bulup tanınsa da, geçmişten gelen zihinsel problemlerin yarattığı sinir krizleri ve alkol sorunları hep varolmaya devam edecekti. Son yıllarında felç geçirdi.
Koleksiyoneri Madame Anglés tarafından tüm bakım masrafları karşılanarak önce bir hastaneye ardından da dinlenme evine yerleştirildi. Öldüğünde ise kimsesizler mezarlığına defnedildi. Kemikleri ölümünden yedi yıl sonra, Türkiye’deki yıllarında, geçinebilmek için resim dersi verdiği eski öğrencilerinden dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi Emel Hanım’ın araya girmesiyle Türkiye’ye getirildi.
Yaşarken hakkında davalar açılan, hor görülen sanatçı kişiliği, öldükten sonra ona ait eserlerin 70lerde toplanıp müzelerde ve koleksiyonlarda yer bulmasıyla değişti ve Türkiye’deki önemli bohem sanatçılardan biri haline geldi.
Artık sanatçı dediğimiz figür bir pop figüre dönüştü. Andy Warhol, Damien Hirst, Tracy Emin, Anish Kapoor, Marina Abramovic ve daha niceleri sanatsal üretimlerinin yanında aynı zamanda büyük bütçeli PR kampanyalarıyla var oluyorlar.
Günümüzde yüksek sanat diye bildiğimiz, değeri yüz milyonlar eden sanat çalışmaları, merkezlerin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yıkılan eski Avrupa’dan ABD’ye kaymasıyla ortaya çıktı. Özellikle 60’lar sonrası globalizm, neo-liberalizm söylemleri, sanatın ne olduğu kararını, içerikten veya kurumlardan ziyade piyasanın vereceği bir yapıya evriltti. Türkiye’de bunun başlangıcını 80 sonrası dönemde görebiliriz.
Sanatçılar dünyaya açılmaya, sponsorluklarla birlikte dünya çapındaki fuarlarda, müzayedelerde, bienallerde yer almaya başladılar. Artık sanatçı dediğimiz figür bir pop figüre dönüştü. Andy Warhol, Damien Hirst, Tracy Emin, Anish Kapoor, Marina Abramovic ve daha niceleri sanatsal üretimlerinin yanında aynı zamanda büyük bütçeli PR kampanyalarıyla var oluyorlar.
Günümüzde de her dönem olduğu gibi geçmişin anlatıları, içinde belli bir romantizmi, belli bir nostaljik hüznü barındırır. 21.yüzyıl dünyasında sanatın ve sanatçının dönüştüğü durumda, bohem bir sanatçının var olabilmesi pek mümkün gözükmüyor.
Bohem sanatçı değişen dünyaya ayak uyduramamış, tutkulu, histerik, kendisini sanatına adamış, toplum dışında var olmaya çalışan figür, günümüzde sanatından ziyade hikayeleriyle ön planda olan, romantik, masalsı bir hayalete dönüştü.
KİMDİR?
MEHMETCAN YAMAN
1986 yılında İstanbul'da doğdu. Eğitim hayatını 2014 yılında Y.T.Ü. Bileşik Sanatlar Programı'nda tamamladı. Eğitim hayatının bir senesini İspanya'da sürdürdü. Çeşitli kişisel ve karma sergilere katıldı. 2014 yılında Masterpiece'i kurdu. Halen burada resim ve sanat tarihi dersleri veren Mehmetcan Yaman kişisel çalışmalarını yağlıboya, çizim, suluboya, dijital sanat gibi farklı dillerle üretmeye devam etmektedir.